Tuna Kiremitçi's Blog, page 2

December 31, 2014

Edebiyatta tetikçiler zamanı


Edebiyat dünyasında tetikçiler türedi.

Kendilerine hedef gösterilen yazarlar aleyhine klasik ve sosyal medyada itibarsızlaştırma operasyonları düzenliyorlar.

Tetikçilerle çalışmayı kabul etmeyenler de aynı akıbeti paylaşıyor.

Yalan haberler ve sahte anketler düzenliyorlar.

Benzeri manipülasyonlar da “iş sahalarına” giriyor.

Aynı tetikçinin gününe göre farklı kişiler için çalıştığı gözlemleniyor.

Bu da edebiyattaki mafyalaşmanın boyutlarını sergiliyor.

Mesajları net: Ya onlarla çalışacaksın ya da haddini bileceksin!

Yayınevleri korku ya da işbirliği sebebiyle sessiz.

Yazarlar “İnşallah bana bulaşmazlar…” diyerek çaresiz.

Edebiyat dünyası değil Meksika Körfez Karteli mübarek!

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 31, 2014 07:30

December 29, 2014

Bir nevi yeni yıl yazısı


Diyelim loş bir odada yatmaktasın. Sımsıkı perdelerin arasından cılız bir günışığı.

Neredesin, belli değil.

Günlerden ne, bilmiyorsun.

Ama vücudunda derin bir ağrı.

Hani “bir organın varlığını hissediyorsan o organ hasta demektir” derler ya, sen bütün vücudunu hissediyorsun.

Güç belâ başını çevirip baktığında, başucunda duran ilaçlar çarpıyor gözüne. Odadaki grilikle çelişen renkli kutular.

Uzanmak istiyorsun, elin gitmiyor. Doğrulmak istityorsun ama mecalin yok. Nefes almak bile mesele.

Elinin üzerideki cennet benekleri çarpıyor gözüne. Yüzüne dokunuyor ve çok yaşlı olduğunu anlıyorsun.

Hadi açık konuşalım: Yavaş yavaş ölüyorsun.

Ya da hastane odasında, her tarafına borular bağlanmış halde yatıyorsun. Odanın camına sinsi bir yağmurun damlaları çarpmaktadır.

Öyle bir inliyorsun ki hemşire koşuyor. Yanına gelip merhamete tutuyor elini. “Bir şey mi istediniz?”

Belki de bir otel odasında, göğsünde bir ağırlık. Şakakların zonkluyor, ellerin titriyor. Film şeridi gibi geçiyor hayat.

Birden, siyahlar giymiş bir melek!

Kara pelerinini savurarak giriyor odaya. Ama nasıl güzel! Ben diyeyim Angelina Jolie, sen de Johnny Depp!

Korkuyorsun ama gıkın çıkmıyor. Kum saati boşalıyor hızla. Zaman içine doğru, kum taneleri gibi akıyor.

“Çok mu istiyorsun biraz daha yaşamayı?” diye soruyor siyahlı melek. Son gücünle başını sallıyorsun.

“Bir düşüneyim” diyor. “Aslında bir seferlik torpil yapabiliriz. Ne dersin?”

Yine sallıyorsun başını ve melek başlıyor anlatmaya. “Şimdi seni 2014’ün son günlerine döndürebilirim. Ama bir şartla. O günden sonraki hiçbir şeyi hatırlamayacaksın. Bu konuşmayı da hatırlamayacaksın. Sadece sana yeni bir şans verildiğini bileceksin o kadar.”

Sonra saatine bakıyor. “Anlaştıysak gitmem gerek. Şimdi kapat gözlerini. Açtıktan sonra da hiçbir şeyden ‘artık çok geç’ diye vazgeçme. Ne hayallerinden ne de sevdiklerinden.”

“Yerinde olsam öyle yapardım” diyor gitmeden. “Çünkü sonunda yine karşılaşacağız.”

Kapıyorsun gözlerini.

Açtığında tam şu anki gibisin. İnternette bir yıl sonu yazısını okur halde.

Yokluyorsun vücudunu, sağlıklısın.

Dışarıda kar ya da yağmur. Elinde yukarıdaki sahneyi gerçekten yaşadığına dair bir kanıt yok. Tıpkı siyahlı meleğin dediği gibi.

Artık tek yapman gereken, anlaşmaya uymak. Meleğe verdiğin sözü tutup onunla tekrar karşılaşana kadar her saniyenin kıymetini bilmek.

Kafaya Pazartesi sendromu falan takmamak yani.

Yerinde olsam öyle yapardım.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 29, 2014 00:24

December 11, 2014

Bir sosyal medya deneyi

Birkaç gün önce twitter hesabıma şunu yazdım: “Başıma bir şey gelmeyecekse Erdoğan’ın Din Şurası konuşmasını makul ve mantıklı buldum.”

Hepsi bu kadar. Ne bir sataşma ne de suçlama. Bunu işsiz-güçsüz bir ânımda mikro bir deney olarak gördüm ve sonucu beklemeye başladım. En fazla 5-6 cevap bekliyordum. Bakalım hangi sesle konuşacaktık.

Beni bilenler bilir: Muhalifim ama iktidardan nefret etmem. Hem de söylediklerimden dolayı işten kovulmuş, iftiralara uğramış olmama rağmen. Aydın olmanın gereği bence güç odaklarına mesafeli kalabilmek.

Kimseden nefret etmem çünkü korkmam. Bilirim ki korku insanı öfkeye, öfke nefrete, nefret de karanlığa ve acı çekmeye götürür, vaktiyle bir bilgenin dediği gibi. Neyse.

Sosyal medyadaki cümleme gelen tepki dalgasından da korkmadım ama şaşırdığımı söyleyebilirim. Çoğunluğu sözel şiddet, ağır hakaret, sert suçlama, kuru iftira ve başkalarını da aynı şeyi yapsınlar diye kışkırtmaktan ibaretti.

Birisi kitaplarımı parçalayıp fotoğrafını çekmişti. Bir diğeri acilen intihar etmemi istiyordu. Bir başkası özel hayatıma saldırırken hızını alamayıp beni “vatan haini” ilan eden de vardı.

Yani klasik sosyal medya linçlerine benziyordu. Farkıysa tek ve sosyal medya standartlarına göre yumuşak bir cümleden kaynaklanmasıydı. Bu da linç eşiğinin gittikçe düştüğünü gösteriyor ve tek bir kesim için geçerli değil. Artık aynı şeyi her mahallede yaşayabiliyoruz.

Mütevazı deneyin sonucunun Todd Strasser’in “Dalga” romanını hatırlattığını da söyleyeyim. Meraklısı bulup okuyabilir.

Bu arada, konuşma metnini kimin yazdığını gerçekten merak ediyorum. Ama zaten konu bu değil.

Özetle, hem iktidarın hem de muhalefetin doğru ve yanlış bulduğumuz icraatlarını özgürce söyleyebileceğimiz bir ülkede yaşamaktan yanayım. Yoksa toplumsal kutuplaşma aşılamaz. Dahası, insanlar düşüncelerini özgürce ve samimiyetle söylemeye korkar hale gelirler. O zaman da memleket yaşanacak yer olmaktan çıkar. Hem iktidarı hem de muhalefeti bu resmi görmeye davet ediiyorum.

Bu yazdıklarımı kim okur ya da anlamaya çalışır hiçbir fikrim yok. Şu saatten sonra çok fazla önemi de yok. Ama geleceğe bir kayıt bırakmak istiyorum. Paylaşarak erişimine yardımcı olabilirsiniz ya da olmayabilirsiniz. Her iki durumda da Allah yardımcımız olsun.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on December 11, 2014 04:54

November 12, 2014

Gençleri suçlamak kolay


Sağda-solda duyuyoruz: Gençleri kitap okumamakla, hayatı sosyal medyadan ibaret sanmakla, dizi dünyasında yaşamakla, içerikten çok şekle ve gaza önem vermekle, dar kafalılıkla, selfie narsisizmiyle ve bencillikle suçlayanlar var.

Bu suçlamalara iki nedenle katılmıyorum. Birincisi, gençleri suçlamak yaşlılık belirtisidir, bu da hiç işime gelmez.

İkincisi, böyle olmayan pek çok genç var. Hatta aslında günümüz dünyasında onların hâlâ varolması bence daha acayip.

Sosyal ve klasik medya insanı korkuyla doldurup ruh sağlığını bozmak için birbiriyle yarışan görüntüler, sesler ve cümlelerle dolu. Nefret söylemi her mahallede paçalardan akıyor. Gelecek belirsiz, şiddet porrnografik düzeyde, maneviyat yok olmuş. Artık tek önemli şey hız ve para.

Ve böyle bir dünyada hâlâ pek çok genç kitap okuyor, okuduğunu anlıyor, diziler dışındaki sanatla ilgileniyor, ağaçlara sahip çıkıyor, içeriğe önem veriyor, empati yapıyor ve başkalarının mutluluğuyla mutlu oluyor… Şu acayipliğe bakar mısınız?

Şahsen her gün şaşırıyor ve şükrediyorum. Herkese de tavsiye ederim. İnanın, insana gençleri suçlamaktan çok daha iyi geliyor!

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 12, 2014 04:35

November 7, 2014

Berlin duvarı çeyrek yüzyıldır yok


Doğu Avrupa Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yılını idrak etmeye hazırlanırken Atlas olarak konsere geldik Bulgaristan’a.

Tırnova şehri yakınlarındaki Mindya kasabası yılın geri kalanında sessiz sakin yaşayıp bir hafta boyunca Rock festivaline dönüşüyor. Hem de ne dönüşmek!

Çevre illerden akanlar Balkan gruplarının müziğiyle çoluk-çocuk eğleniyor. Çiftçiler, doktorlar, işçiler, öğrenciler, bilgisayar programcıları, öğretmenler, hatta kasabanın polisleri!

Ekonomik sıkıntılar içindeki bir ülkede esen bu pozitif enerji fırtınasına hayran olmamak elde değil. Balkanların Arabesk’i Çalga müziğine karşı Rock’un direniş mevzilerinden Mindya. Sokaklarının, doğasının ve havasının güzelliği de ayrı.

Mira Draga yazlarını Mindya’da geçiren, bizim kuşaktan bir kadın. Evinin bir bölümünü “Komünizm Müzesi” haline getirmiş. “Bulgaristan’ın ilk komünizm müzesi” diyor gururla.

Girişte bizi tabii ki Lenin heykeli ve orak-çekiçli bayrak karşılıyor. Saman kâğıtlı kayıt defteri de o zamandan. Kiril alfabesi burada bir başka görünüyor.

Komünist Bulgaristan’dan kalma ev eşyaları, fotoğraf makineleri, yayınlar, posterler, film afişleri, saatler, hatta askeri üniformalar… Derhal birer tane giyip fotoğraf çektiriyoruz.

Bulgaristan Komünist Partisi’nin Hem Bulgarca hem de Türkçe propaganda yayını “Yeni Hayat”ın sararmış sayfalarını karıştırırken düşünüyorum: Reel komünizmi yaşayanlara bunlar kim bilir neler hatırlatıyor. Özellikle Bulgaristan Türklerine: Baskı, asimilasyon, Belene Kampı, atalarımın da içinde olduğu firar hikâyeleri… Acaba unutmak mı zor yoksa hatırlamak mı…

Isabel Fonseca “Beni Ayakta Gömün” kitabında, toplumsal acılara karşı iki tür refleks olduğundan bahsediyor. Yahudilerinki gibi her şeyi hatırlamak ya da Çingeneler gibi her şeyi unutmak.

İlki tekrar yaşamamak için gereken tecrübeyi, diğeriyse travmalarla gölgelenmemiş yaşama sevincini hedefliyor. Hatırlama endüstrisine karşı unutma sanatı.

Bulgarlarsa tıpkı Türkler gibi, bölük-pörçük hatırlamayı seçmiş. Komünist döneme sakin gözlerle bakmaya yeni alışıyorlar. Yaşlılar daha ılımlı. “Özgür değildik ama hiç olmazsa sosyal güvencemiz vardı” türküsündeler. Şu yoklukta dinlenmeyecek türkü değil hani.

Tabii işin nostalji boyutu da var. Ne de olsa nostalji dediğimiz insanın kendi gençliğini özlemesinden ibaret!

Müzeyi gezdikten sonra bahçede basketçiye benzeyen Sırp müzisyenlerle resim çektirip Mira’nın yine o günlerden kalma cezvelerde yaptığı kahveyi içiyoruz. Berlin Duvarı yıkılırken Roger Waters’ın verdiği konserden bahsederek.

Waters yıkılan duvarın önünde ve bütün fiyakasıyla “The Wall” albümünü icra ederken bizler gençliğe henüz adım atmıştık. Gitar çalmayı, iki satırı bir araya getirmeyi öğreniyorduk. Meğer altın çağıymış ömrümüzün, bilemezdik.

Aradan geçen 25 yılda bilmem içimizdeki duvarları yıkabildik mi? Yoksa çaktırmadan yeni duvarlar mı ördük? Ruhumuzun masumiyet müzesi acep neresi? Keşke Mindya’da bunun da cevabı olsa.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on November 07, 2014 04:24

October 20, 2014

Facebook’ta Beşir Fuad intiharı


Son mesajını Facebook’a video olarak yükleyip intihar eden Mehmet Pişkin aklıma Beşir Fuad’ı getirdi.

1887’de, henüz 35 yaşındayken (Mehmet ile aynı yaşta) intihar edip son mektubunu bileklerinden akan kanla yazan Beşir Fuad.

Kendi ölümünü bir deney gibi kaydeden, nam-ı diğer “İlk Türk materyalisti” Beşir Fuad.

O vakitler İstanbul’da ufak çaplı bir intihar salgınına ve tartışmalara sebep olan, 94 yıl sonra Enis Batur’un şiirinde “yanlış kardeşim benim” diye sesleneceği Beşir Fuad.

Mehmet Pişkin’in Facebook videolu intiharı salgın yaratır mı bilinmez ama tartışma yarattığı kesin.

Meseleye hassasiyetle yaklaşan fikir adamlarından magazin yazarlarına kadar herkes işin içinde.

“İntihar korkaklıktır!” diye slogan atan da var, “Hayattaki arayışı biten herkes böyle yapmalı!” diyen de.

Şahsen intihar işinden pek anlamam. Ama tesadüf bu ya, ‪#‎tarih‬ dergisinin Ekim sayısında Beşir Fuad hakkında özel bir dosya hazırlanmış.

Romancı Murat Gülsoy bahsediyor kendisinden: “Gerçi okuduğum ansiklopedide Beşir Fuad’ın bir ruhsal buhran sonucunda kendini öldürdüğü yazıyordu ama satır aralarında ima edilen Batı kültürünün Tanzimat aydını üzerindeki yıkıcı etkisiydi.

Bu yargı o günden bu yana hiç değişmedi. 1980’den sonra güç kazanan Türk-İslam sentezinde vücut bulan muhafazakâr ideoloji için de kötü adam belliydi: Batıcı, materyalist, solcu aydınlar.

Edebiyatta, sanatta, düşün hayatında yeni, modern, deneysel ne varsa ‘halka yabancı!’ diye aşağılanan bu dönemdeki atmosfer ne yazık ki hiç bitmedi ve ana söylem haline geldi. Bu ortamda Beşir Fuad’ı daha sık düşünür oldum.

Yaşadığım çağda ezilmek ve yok edilmek istenen aydının arketipiydi benim için…”

Handan İnci de yazısında “Bazı yorumculara göre Beşir Fuad, pozitif bilimlere öncelik veren bu okullarda aldığı eğitimin kurbanıdır” diyor.

Genelleme yapmamak lazım evet ama ODTÜ Makine Bölümü mezunu, bilgisayar yazılımcısı Mehmet Pişkin‘in pozitif bilimlerle olan bağını tahmin etmek de zor değil.

İntihar videosunda bile arabeske bağlamak yerine kendiyle dalga geçmeyi seçen, gayet batılı bir zihin var karşımızda.

Veda şarkısı olarak Ella Fitzgerald’dan “Every Time We Say Goodbye”ı seçmiş. Tıpkı Beşir Fuad gibi bedeninin kadavra olarak kullanılmasını istemiş. Onun gibi “Yaş 35, yolun tamamı eder” demiş.

İtiraf edeyim, Beşir ve Mehmet’in yaşındayken medyamızda rasyonel fikir tartışması yapmaya çalışıp doğunun bağlam özürlü duvarlarına çarptığımda kafama sıkmayı ben de düşünmüşümdür.

Sonra insan o kafalara alışıyor tabii. Hele ruhunuz savaşçıysa bir şekilde ayakta kalıp idare ediyorsunuz.

Ama bazı ruhlar savaş yerine müsaade istiyor işte. Bize garip gelebilir ama Beşir Fuad ve Mehmet Pişkin belki de birbirini anlayacaktır.

 •  0 comments  •  flag
Share on Twitter
Published on October 20, 2014 06:24

Tuna Kiremitçi's Blog

Tuna Kiremitçi
Tuna Kiremitçi isn't a Goodreads Author (yet), but they do have a blog, so here are some recent posts imported from their feed.
Follow Tuna Kiremitçi's blog with rss.