In this heartbreaking Turkish novel based on the real-life sinking of a refugee ship during World War II, an elderly professor leaves America to revisit the city where he last glimpsed his beloved wife.
Istanbul, 2001. Maya Duran is a single mother struggling to balance a demanding job at Istanbul University with the challenges of raising a teenage son. Her worries increase when she is tasked with looking after the enigmatic Maximilian Wagner, an elderly German-born Harvard professor visiting the city at the university's invitation. Although he is distant at first, Maya gradually learns of the tragic circumstances that brought him to Istanbul sixty years before, and the dark realities that continue to haunt him.
Inspired by the 1942 Struma disaster, in which nearly 800 Jewish refugees perished after the ship carrying them to Palestine was torpedoed off the coast of Turkey, Serenade for Nadia is both a poignant love story and a gripping testament to the power of human connection in crisis.
Tam adı Ömer Zülfü Livaneli’dir. 1946 yılında Konya-Ilgın’da doğan Livaneli, yazarlık kimliğinin yanında saygın bir müzisyendir. Müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül almış ve eserleri John Baez, Maria Farandouri gibi sanatçılar tarafından yorumlanmıştır. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye’nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300’e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı.
Bugüne kadar üç uzun metrajlı film yönetti; "Yer Demir Gök Bakır", "Sis" ve "Şahmeran". Valencia Film Festivali'nde "Altın Palmiye" ve 1989'da Montpelier Film Festivali'nde "Altın Antigone" ödülüne layık görüldü. "Sis", "En iyi Avrupa Film Ödülü"ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre, ve Japonya'da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi bir çok televizyon şirketine satıldı.
Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City'de toplanan Issyk - Kul Forumu'nda yer aldı.
Livaneli, Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikhail Gorbaçov gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu.
1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, orjinali ilk kez 1978’de çıkan "Nazım Türküsü"adlı albümde Nazım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi.
Sabah Gazetesi'nde köşe yazarlığına yaptı. Bir dönem CHP'den Milletvekili olarak aktif siyaset hayatına da katıldı.
Maya'nın romanında 60 yıllık aşkı, zulmü, dönem şartlarını, insanı-insancıkları bulmak mümkün. Okunması kolay, kurgusu güzel, hoş bir romandı..Diğer romanlarına göre kalemini daha oturmuş buldum. Yine de "olmasaydı" dediğim satırlar vardı.....
“İyi insanlar iktidara gelemez, gelse bile iktidar onu bozar, zalim yapar."
Bu kitap hakkında çoğu okurdan farklı bir bakış açım ve yorumum olduğunun daha kitabın ortasındayken farkındaydım. Öncelikle kitaba verdiğim 3.5/5 puanın tamamen kendi görüş ve sezgilerim çerçevesinde oluştuğunu belirtmeli ve neredeyse 500 sayfalık bir eser için akıcılığını inkar edemeyeceğimi belirtmeliyim. Serenad bana göre, toplum dinamiklerini zaten iyi olan bir edebi ifade şekli ile ticari olarak kullanmaktan ibaretti. Hedef okuyucunun, yani Türk toplumunun entellektüel kesiminin, hangi konularda hassasiyete sahip olduğunun ve hangi konuları okumayı isteyeceğinin doğru bir analizinden sonra biraz kurgu, biraz polisiye/heyecan ve biraz da aşk eklenip piyasaya sunulmuş bir eser. Kitap, yarı tarihi bir kitap olmak ile çağımızı eleştirmek, her şeye muhalif bir roman olmak ile sadece eleştiri yapıp asla sonuç üretmeyen bir eser haline gelmek arasında kalmıştı bana göre. Livaneli'nin kullandığı dile, eserine de yansıttığı araştırma ve tarihi gerçeklere hiçbir lafım yok ancak nedense kitabın yazılma amacı beni çok rahatsız etti. Yazarın kendisi olmadan "yazılma amacı" ile ilgili yorum yapmak ne kadar doğru bilemiyorum ama bana yansıyan amaç kitabın diğer güzelliklerini görmemi engelleyecek şekilde gözlerimi kapadı. Kitapta aynı zamanda bol bol ve güncel toplumsal eleştiri yer alıyordu ancak kurgunun tarihsel boyutu daha büyük önem taşıdığından bu eleştirilerin çoğunun altı boş bırakılmış. Üzerine kitaplar yazılan, kurgular oluşturulan problemler 1-2 cümleyle geçilmişti ve bu durum, tüm o mesajların yalnızca yazılmak için yazıldığı izlenimi bırakıyordu. Bu da bende bir antipati oluşturdu. Özetle Serenad; akıcı, tarihi gerçekliklere ve acıklı hikayelere yer verilen ortalamanın üzerinde bir kitaptı ama özellikle bu tarz kitaplarda benim gibi "sanatsal kaygı" taşıyorsanız pek çok yerini eleştirmeden geçmeniz de mümkün olmayacaktır. Biraz daha zamanım olsa kitabı tekrar, notlar alarak okur ve hem pozitif hem de negatif açılarıyla ilgili daha detaylı bir inceleme yazardım ancak maalesef bu, şu anlık mümkün değil. Bu son cümleyi özellikle yazmamın amacı ise aslında kitabın okumaya ve eleştiriye oldukça değer olduğunu, hatta uzun bir inceleme için pek çok yönden ideal olduğunu düşünmemdir.
Her seferinde kendime "bak bu kadar övülen kitaplara böyle büyük beklentilerle başlama, sonu hüsran oluyor" dememe rağmen bu hataya düşmeden duramıyorum. Sonu genelde aynı oluyor, tıpkı Serenad'da olduğu gibi. Peki neden?
İlk şikâyetim kitabın "derin" olduğu mesajı verilen; ancak o derinliklere doğru düzgün inilmeyen karakterleri. Kitap dört yüz seksen sayfa, çok fazla karakter yok; ancak bu dört yüz seksen sayfa boyunca Maya'yı ve Max'i bile doğru düzgün tanıma şansımız olmuyor. Tanımaktan kastım hayat hikâyelerini öğrenmek değil; karakterleri ve hareketlerini kavrayabilmek. Bununla birlikte şu "erkekler kadın karakter yazamıyor" genellemesini sevmiyorum; ancak Livaneli'yi zaman zaman bu genellemeye sokmak zorunda kaldığımı belirtmek istiyorum.
İkinci olarak, hep diyorum, yine diyeceğim, "mesaj veriyorum ben, hop aldın mı mesajımı, bak almadın sen galiba, dur bak bir daha tekrar edeyim ben mesajımı" diye bağıran roman beni anında kendinden uzaklaştırıyor. Serenad'da da aynı durumu yaşadım ne yazık ki. Roman bu, bazı şeylerin bas bas bağırmasından ziyade kurguya yedirilmesi lazım. Aslında ilk şikâyetim de bu durumla bağlantılı. Livaneli mesaj verme kaygısına o kadar kapılmış ki bir yerden sonra karikatürize karakterler çıkmış. Örneğin Maya'nın abisi. Hitler nasyonalizmine yakın, asla sorgulamayan, aptallık derecesinde sabit fikirlere sahip olan askerler yazmaktan bıkmadı mı bizim edebiyatçılarımız? Ben bunları okumaktan gerçekten bıktım da. Abiye ek olarak şunlar da var: çok okuduğunu iddia eden; ancak bazı şeylerin dillendirilmemesi sebebiyle "temel bilgilerden" bile bihaber bir Maya, eli kolu bağlı rektör, kadınlara cinsel obje olarak bakmaktan başka bir işe yaramayan üniversite genel sekreteri (bu arada Livaneli acaba üniversite genel sekreterlerinin çoğunlukla üniversitenin hocalarından biri olduğunun farkında mı merak ediyorum), kitabın başında sıkıntı yaratacağını düşündüğünüz; ancak sonra pat diye ortadan kaybolan "ailenizin sırlarını ifşa ederiz bak hııı" diye parmak sallayan komik istihbaratçı karakterler, her daim zorluk çıkaran devlet... Tabii bir de "gerçeklerle bir türlü yüzleşmeyen" Türk toplumu eleştirisinin yapıldığını söylemek gerek. Kendi gerçeğini kabul ettirmeye çalışan, karşıt görüşe doğru düzgün yer vermeden ya da o görüşü sorgulamadan direkt kötülemeye, aşağılamaya giden; karşı taraftan bir eleştiri gelince de "işte bunlar böyle sabit fikirli, böyle tahammülsüz"e bağlayan tutumlardan bana gına geldi. Ben kendi görüşüme uymayan yazarları okumaktan da büyük keyif alırım, onları anlamaya çalışırım, taraf tutmadan farklı bir bakış açısıyla bazı şeyleri irdelemeyi severim, benimle benzer mi yoksa benden tamamen farklı mı düşündüğüne bakmadan yukarıda eleştirdiğim tavrı takınan herkesi eleştiririm, mesleğim gereği de bunu yapmaya zorunlu hissederim kendimi. Bir yazar elbette bunu yapmak zorunda değil, elbette taraf tutabilir, kendi düşüncelerini kanıtlamaya çalışabilir; ancak iyi bir edebiyatçı bunu yaparken inandırıcılığı zedelememeli, Ahmet Mithat Efendi maskesine bürünüp ders vermeye kalkmamalı diye düşünüyorum.
Son olarak sanırım kitabın bir yurtdışı kaygısı var; çünkü yeşil pasaportun ne olduğundan tutun Doğu'da töre cinayetlerinin ne kadar yaygın olduğuna dair yabancı okuyucuyu "bilgilendirici" satırlara rastlıyorsunuz kitap boyu.
Kitabın "fazla" duygusallığına değinmeden yorumumu burada noktalıyorum.
This mind-blowing novel by Z. Livaneli is one of my favorites of all times. Based on very well-researched facts around the heart-ripping disaster of the ship Struma, carrying 800 Jewish refugees from Eastern Europe to today´s Israel, Livaneli puts together an interwoven story on love with implications and reflections of the past in a country that resembles a population of multi-cultural heritage creating its own identity.
What fascinates me is that he is able to interweave complex incidents into a smooth-reading, fine-tasting novel that accompanies one throughout lives with its silky and long-lasting finish (I know, it sounds like I am describing a fine bottle of red-wine here, which is not a too bad of a metaphor when I think of it now :)). 🍷
Livaneli tells an unforgettable story in this novel, which will inevitably touch hearts and minds.
Gerçekten çok güzel bir kitaptı. Nereden başlasam bilemiyorum. Max ile Nadia mı yokta edindiğim tarihi bilgiler mi, ya da yazarın anlatım tarzı mı?
Öncelikle bu kitapta her şeyi bulabilirsiniz, aşk, askeriye, araştırma, katliyam, siyaset...
"her lider öldürür"
Nazilerin Yahudilere yaptıkları kitabın ana hatlarını oluşturuyor ama sadece o yok. Mavi Alay'da var. Bu kitaptan önce duymamıştım.Yazarın amacının bu olduğunu da düşünüyorum. Ayrıca Yahudi soykırımından kaçan profesörlerin Türkiye'ye gelmesi de gayet detaylı bir şekilde anlatılmış. Tabi yazarın ima ettiği kadar bilinmediğini düşünmüyorum ama bu sadece benim görüşüm.
Kitap Maya Duran adlı bir kadının İstanbul üniversitesine gelen bir yabancı konukla ilgilenmesi ile başlıyor ve bir adamı şile'ye götürmesi ile çok acayip bir yön alıyor. İşinden ayrılmak zorunda kalıyor, gazete manşetlerine düşüyor, Peşine istihbarattan adamlar düşüyor. Ailesi ile çatışıyor. Ama bunlar olurken de oğluyla ilişkisi düzeliyor, kendini buluyor.Hayata bakış açısı değişiyor.
Kitap Bodrum, şile, Amerika gibi bir çok yerde geçiyor ama özellikle İstanbul da geçiyor. Okurken gerçekten eğlendim, yer yer engel olamayıp kendimi insanların acısına kaptırdım. Bunu yanında bilmediğim bir çok şeyi öğrendim. Kitap bizi tarihin gizli kalmış sayfalarına çekip bilinçlendirmeyi amaçlıyor.Defalarca okunabilecek bir kitap.
Başıma bişey gelmeyecekse; hiç beğenmedim. Hatta ileri gidiyorum, çok kötü bir kitap. Orta okul öğrencisi dönem ödevinden hallice işte. Basit. Çok yapay cümleler. Hayatın doğal akışına ait olmayac konuşmalar. Açık seçik verilmiş, okuyucunun gözünün gözüne sokulmuş mesajlar. Derinliksiz karakterler. Bir sona bağlanmamış küçük hikayeler. Bir var olup bir yok olan insanlar. Zorlandım bitirmek için. Bir kere en basidinden ya istihbaratçı tiplere n’oldu aga? Nereye kayboldu bu herifler? Hani kadının evine gidip oğluyla konuşup kadının evinden onu arayıp konuşacak ve “ayağını denk al bak senin evinde çocuğunun yanındayız” mesajını verecek kadar ileri giden bu adamlara n’oldu? İngiliz konsolosluğunda Maya’yı sıkıştıran lavuk nereye kayboldu? Rus başkonsolosluğundan arayıp görüşmek isteyen adam neden bir daha hiç ulaşmaya çalışmadı Maya’ya? Maya kim? Neden bu karakterin hiç derinliği yok? 2 günde Max’i nasıl bu kadar çok sevdi? Bir kere bir erkek olarak bir kadını yazamamış. Kadın dünyasına girememiş. Maya’nın abisi Necdet çok karikatürize olmuş. Bu kadar alenen devletçi bir insan olamaz. Maya’da fazla aydın olmuş. İnandırıcılığı kalmamış. Ya daha büssürü detay saçmalık var ama uzuuun uzun yazmam lazım. Boşver. Gene heeeerkesin bayıldığı ama hiç bi halta benzemeyen boş bir kitap işte. Sırf Zülfü Livaneli yazdı diye peşinen sevilen ve öyle olunan bir kitap. Bir çeşit ön yargı. Zülfü Livaneli harika bir adam diye iyi bir yazar olmak zorunda değil.
Bu dünyada sana kötülük yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak. Kimi insanın yüreği karanlık kiminin aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama! Kendini koru kızım,İnsanlara karşı kendini koru..
Zülfü Livaneli'nin okuduğum ikinci kitabı. Kardeşimin Hikayesi'nden daha iyi olacağını umut ediyordum açıkçası ama ne yazık ki bunu söyleyemeyeceğim. Kuşkusuz tarihi bir konuya -özellikle de dillendirilmesi zor bor çok noktayla birlikte- parmak basması ile daha çarpıcı bir roman. İç içe geçmiş hikayeler ile akıcı bir olay kurgusu ama karakterlerin derinliği ne yazık ki tatmin edici düzeyde değil. Bunlara rağman akıcı ve güzel bir roman.
İlk oturuşta 150 sayfa okudum. Dedim “ne de güzel okunuyor, bu kadar insan boşuna beğenmemiş”. Devam ettikçe aklımda bir sürü soru işareti ve içimde tatmin olamamışlık duygusu ile bitirdim kitabı.
Kitabın karakterleri ve olay örgüsüne gelmeden önce yazarın sürekli gözümüze sokmak istedi��i ve benim birkaç başlıkta incelemek istediğim önemli temalar var: 1- İstanbul eskiden çoook kozmopolit bir yerdi. 2- İkinci dünya savaşında din, dil, ırk fark etmeksizin çok ciddi dramlar yaşandı. 3- Türkiye’nin modernleşme yolunda attığı önemli adımlardan biri de Almanya’dan gelen Yahudi profesörlerdi.
Sanki yazar, bu üç konu hakkında bildiklerini bize boca etmek için bu kitabı yazmış gibi. Aklında çok net fikirler var ve bu fikirleri bizlere “aslında o kadar da derin olmayan, 36 yaşına gelmiş, yaşadığı şehrin ve ülkenin yakın tarihinden bihaber” bir karakter üzerinden sunmaya çalışıyor. Dolayısıyla bu kısım biraz absürt kaçıyor.
Maya, Wagner ile yaptığı birkaç sohbetle merak eden bir insana dönüşüyor bir anda. Devamında 10 günlük okumaları Maya’yı, paşa olma yolundaki TSK mensubu subay abisinden daha berrak bir zihne sahip bir insan yapıyor. Yetmiyor, bize yoldan geçerken gördüğü binaların tarihinden tutun, İstanbul’un Sefarad yahudilerine kadar İstanbul’un ve Türkiye'nin kozmopolit geçmişi hakkında arka plan bilgisi verir hale geliyor.
Hadi bu dönüşüm mantıklı olsun ama yazarın bu tarz bilgi ve yorumlarla hikayeden sürekli kopması olay örgüsünü ve karakterlerin gelişimini ciddi anlamda sekteye uğratıyor. Şöyle kısımlar var kitapta: “Madam Arditi Sefarad yahudisi idi. Sefarad yahudileri 1492’de İspanya’dan Kraliçe Isabel ve Kral Alfonso zamanında sürgün edilip Osmanlı’ya sığınmıştı. Aynı tarihte yani 1492’de Kolomb, İspanya’dan Hindistan’daki zenginliklere ulaşmak için ayrılıyordu.” Bu parça bir tek bana mı absürt geliyor. 1492 tarihi evet İspanya için önemlidir, Emevileri İspanya’dan attılar ve coğrafi keşiflere başladılar. Ama şu var, bir de şu var, peki bunu biliyor muydunuz derken Kolomb’un serüvenine kadar giden bir anekdotlar furyası…
Bu anekdotlar furyasının bir diğer önemli motivasyonu da Türkiye ile Avrupa arasında ortak bir tarih yaratma ya da insaflı olayım, var olan tarihi sürekli bir ön plana çıkarma niyeti bana kalırsa. Mesela, tamir edilen Mercedes'e bakarken Maya, "Mercedes'in yönetim kurulu üyesi bilmem kimin de Türkiye'de büyümüş olduğu"nu aklından geçirebiliyor. Eh yani. Bu tarz anekdotlar benim gözümde "biz de Nişantaşı çocuğuyuz" diyen Burhan Altıntop hareketleri.
Bunlar bir de işin bilgi kısmı. Bir de bilgi olmayan, yorum içeren kısımlar var. O kısımlar işin boyutunu daha da değiştiriyor. Belli ki yazarımız yaşanan bu insani dramları birilerine yıkacak. Ancak böylesi tarihsel dramları “devletlerin hepsi katildir, hiçbiri masum değildir”; “Türkiye de Romanya da İngiltere de Almanya da Rusya da suçludur” demek kime ne kazandırıyor ki? Herkesi suçlayınca hiç kimseyi suçlamamış oluyorsunuz aksine. Okuduk, güzeldi, Struma’da 800 kişi hayatını kaybetti. Suçlu kim? Devletler. Peki. Max’ın şile sahile gidip dürbünle Nadia’yı gözlemesi yerine üniversitede profesörlük gibi seçkin bir makama sahip bir insan olarak resmi kanallarla iletişime geçmesi ve bir süreci takip etmesi daha aklın yatkın değil mi? Bak Vehbi Koç, iş ortağını kurtarmış işte. Yoksa oradaki mesaj “zengin her şeyi yapar, kurallar sadece fakirler için” miydi? Ama Max’in resmi kanallardan yürttüğü hiçbir gayretine tanık olmuyoruz.
Kitaptan sonra Zülfü Livaneli’nin Youtube’da bir videosunu izledim. Serenad hakkında Banu Güven’le konuşuyor, diyor ki “Türkiye Nazilere krom sattı; Türkiye, Naziler Rusya’ya saldırınca Türk mebuslar birbirine sarıldı, bunu kutladı, böyle bir şey olabilir mi vs”. Türkiye Nazilere 1942 yılına kadar krom sattı, çünkü tarafsızdı. Savaşın sonuna kadar toplama kamplarından dünyanın haberi bile yoktu; sanki 42’ye kadar krom satmak “yahudileri öldürmeniz için size krom veriyoruz” demek gibi çıkarımlar fazlaca zorlama. Türkiye, Naziler Rusya’ya saldırınca mebuslar birbirine sarıldı, sevindiler çünkü doğuda ilerlerken saldırabilecekleri iki yer olduğu düşünülüyordu: Türkiye ya da Rusya. Bize saldırmasındansa onlara saldırmalarına sevinmiş olamazlar mı?
Olay akışında da benim bazı soru işaretlerim oluştu. İstihbaratçıların aniden ortadan kaybolması konusu zaten başka eleştirilerde dile getirilmiş. Ancak ona gelmeden, Max’ın Struma olayı sonrası sınırdışı edildiğini biliyoruz. Neden? Olayı ortaya çıkarmasın diye. Ortaya çıkarılacak olay nedir? Hakkında sınırdışı edilmişlik hükmü olan biri, yıllar sonra peşine bir sürü istihbaratçının takılacağı biriyse neden ülkeye girişine izin veriliyor? Daha gerilere dönecek olursak, Nadia ve Max birlikte Almanya’dan ayrılırken, hikayenin asıl bel kemiğini oluşturan noktada kendisine karşı hiçbir sıkıntı yaratmamış olan üniversite yönetimine intikam alırcasına “karısının yahudi olduğunu açıklama motivasyonunu” Max nerden buluyor? Böylesi bir durumda buna neden gerek duyuyor? Sonrasında ise Peder Roncalli’den karısı adına aldığı vaftiz belgesiyle karısının katolik olduğu gerekçesiyle kurtarma adımı atıyor. Kendi yazdığı mektupla Nadia’nın yahudi olduğunu açıklamışken sonradan elde ettiği bir vaftiz belgesi Nadia’nın kamptan çıkarılması için nasıl yeterli oluyor?
Okuduğum ilk Livaneli kitabıydı. İkincisi için biraz zaman geçmesi gerekecek.
İlk kez bir Zülfü Livaneli kitabı okudum. Sürükleyici ve sade bir dili var. Kurgusal karakterlerinin dışındaki bütün kişi ve olaylar tarihi gerçeklerle örülü olduğu için Serenad çok kıymetli bir eser bana göre. Ayrıca insanlık tarihindeki bu tip kara lekeleri duygu sömürüsü yapmadan anlatabilmek de bence çok önemli.
Öyle sanıyorum ki Livaneli milletvekilliği yaptığı için, yani siyasi geçmişi de olduğu için kurguya çok güzel yedirmiş devletler arası ilişkileri ve bunların ortasında olan bitenin yine masum insanlara olduğu gerçeğini.
Serenad'ın bende en çok merak uyandıran yanlarından birisi de bahsettiği eserlerden Mimesis: The Representation of Reality in Western Literature oldu. Muhakkak okumak lazım. Gerçi her ne kadar baş karakterimiz Türkçeye çevirdiğini söylese de kitabın hala bir Türkçe çevirisi yok. İşte gerçekle kurgu birbirine girince böyle beklentiler de karışabiliyor. :)
İki tane de alıntı paylaşmak istiyorum kitaptan, burada bulunsunlar:
Ama sonra "Edebiyatın gücü de buradan geliyor" diye düşündüm. "Tolstoy da kitap yazdı, Adolf Hitler de. Sorun yazıda değil, kimin ne amaçla yazdığında. Tanrı bile kendini yazıyla anlatıyor, iyi ama yazının icadından önce Tanrı yok muydu?"
"Kötümser, 'İşler daha kötü olamaz' diye feryat ederken, iyimser, 'Olabilir, daha kötü de olabilir' dermiş. Şimdi söyle bakalım. Sen iyimser misin, kötümser mi?"
Mutluluk isimli kitabını çok beğenmeme rağmen, yıllardır okumamıştım Zülfü Livaneli eserlerini. Yazık olmuş geçen zamana Serenad'a başlayınca anladım... Kurgu ve dil bakımında çok başarılı bence eser, duygu olarak zaten bir şey dememe gerek yok sanırım, Zülfü Livaneli gerçekten duygusal bir adam.
Eserin konusu kısaca; Günümüz Türkiye’sinde, eşinden ayrılmış ve tek başına ayakta durmaya çalışan, memur ve anne olan Maya Duran’ın, çalıştığı üniversiteye konuk olarak gelen yaşlı profesör Maximillian Wagner ile tanışmasıyla hayatının inanılmaz derecede değişmesi işlenmiş.
İç içe geçmiş hayatlar, ölümsüz bir aşk derken kitap pat diye bitiyor. Eserin o en sonundaki atraksiyona bence hiç mi hiç gerek yokmuş ama Zülfü Livaneli nazar boncuğu olsun diye öyle bir şey yapmış olabilir :)
Eserde çok değişik bir hava da var. Çok ilginç tarihsel bilgiler veriliyor gerçekten, bunun yanında da bir anda kurguya dönülünce ortaya inanılmaz güzel bir anlatım ortaya çıkıyor.
Cat am citit cartea aceasta am avut senzatia, ca in filmele de animatie, ca in jurul meu se ridica palate, minarete, cladiri. Nu am fost niciodata in Turcia, dar acum parca as fi calatorit acolo. 🕌 In paralel cu cititul, am tot cautat pe internet detalii despre oameni, locuri, nume. Livaneli, autorul, e un barbat, e muzician, insa povestea e spusa de o femeie. E impresionant cum un barbat a surprins asa de bine sufletul unei femei. Sa cititi! Apoi vine scrierea: istorie, mister, spionaj si o scriitura oarecum interactiva. Cand la un moment dat se explica modalitatea de narare, mi-am dat seama ce strategie interesanta are autorul, sa faca un pact cu mine, cititorul. Un zig zag de puncte culminante m-a tinut in priza: cand credeam ca s-a lamurit si ma intrebam ce ar mai putea sa urmeze in multe pagini ramase, aparea ceva. Mi-a placut si faptul ca povestea aceasta a dat si o alta nuanta detaliilor istorice pe care le stiam. Un autor tare curajos e Livaneli. 5⭐️+
Çok severek okuduğum, hareketli, enteresan, sürükleyici, didaktik Serenad'ın ardından Goodreads yorumlarına göz gezdireyim dedim.
Zülfü Livaneli'nin yarattığı kadın kahramanı inandırıcı bulmayanlar var, bana da bir o kadar başarılı geldi, kendimi kahramanın yerine koyduğum anlarda hep Maya'yı insancıl ve doğru buldum, Maya gibi yaşayan kadınlar yok mu? Haksızlığa uğrayan, hayatın sıradan akışına kaptıran, tek başına çırpınan ve belki bu nedenle biraz hırçın?
Romanı yeterince edebi bulmayanlar var ki, anladığım kadarıyla bazı okuyuculara yalnızca uzun tasvirler edebi geliyor. Bana kalırsa kahraman, hikaye, konu bütünlüğü, gereksiz anlatımların olmadığı sürükleyici bir hikaye, konunun ve kahramanın verdiği hisler hepsi edebiyata dair ve bunların hepsini buldum kitapta.
Konuyu solcu klişesi bulan olmuş, bunca kişinin burnunun dibindeki Mavi Alay'ı, Struma'yı hiç duymaması bu klişeye dahil mi bilemedim? Yahudi-Nazi konusu klişe gelse bile kitabın değindiği alanlar bence sıradışı. Bu konuyu ele aldığından dolayı, "Birileri Livaneli'yi Nobel'e mi taşıyor?" diyenler var, bu tartışılası bir yorum olabilir.
Kitabın arkasında tıpkı Talat Halman'ın, Selahattin Duman'ın, Onur Bilge Kula'nın dediği gibi, Livaneli açısından bir başyapıt olduğunu düşünüyorum, uluslararası bir roman olmuş. Bence 5 yıldızı hakediyor.
Edindiğim tarih bilgilerinden mi, heyecanlı kurgusundan mı, insanoğlunun zalimliğinden mi bahsetsem, hangisinden başlasam bilemiyorum. Bir Dan Brown kitabı heyecanıyla okunuyor. İlk yarısı soluksuz gidiyor, ikinci yarısı biraz fazla uzun gibi, sonda yine toparlıyor. Struma'nın hayatta kalan tek yolcusu David Stoliar bu kitabı okumuş mudur acaba?
A lovely historical fiction based on the sinking of the Struma - a refugee ship that was torpedoed off the coast of Istanbul on February 24, 1942. The ship was carrying more than 750 Jewish refugees from Romania en route to Palestine. The book straddles two timelines - 2001 in Istanbul with flash backs to WW II times. A visiting professor from the U.S. travels to Istanbul University to spend a few days and is assigned a staff member - Maya Duran - to guide and assist him during his stay. But Maximilian Wagner is no ordinary professor - 59 years ago he lived in Istanbul…and 59 years ago is when he saw his wife, Nadia, for the last time. Over the course of a few days, Max’s story will unfold as Maya puts the pieces of the puzzle together - and relives for the reader the tragic story of Max and Nadia. So glad this book was translated into English - this is my second read by the author and I hope more of his books get translated soon. Another great read set in Turkey to add to my favorite reads list - highly recommended.
Zülfü Livaneli bu kitapta saygı duymayı gerektiren kapsamda bir araştırma yapmış. Konuyu farklı açılardan irdelenebilir bir halde sunmaya gayret etmiş.
Ne var ki kitapta bana en itici gelen şey, hikayenin anlatıcısı konumunda olan Maya Duran karakterinin bizzat kendisi. Ne hikayenin anlatıld��ğı tarihlere uygun bir üsluba sahip, ne de başına gelen profesör karşılaşmasından ötürü hayatını değiştirecek bir karakter intibası bırakmıyor insanda. Çok güzel düşünülmüş yan karakterler olmasına karşın Maya'nın kendisi samimi gelmediğinden okurken özdeşleşmek de çok mümkün olamıyor ne yazık ki.
Zülfü Livaneli'nin anlatmaya değer gördüğü Nazi dönemi ve Mavi Alay konusu pek çoğumuzun bilmediği yönleriyle aktarılmış. Çok güzel bir tarihi detay ortaya konmuş. Kitabın kurgu kısmı ve diyalogları da anlatım yılının dokusuyla uyumlu olsaydı çok daha çarpıcı bir hale gelebilirdi.
Yine de tarihi hikayelerle öğrenmeyi seven benim gibi kişiler için yararlı olduğunu düşünüyorum.
The first lesson to would-be writers is: show, don't tell. This work, by Zülfü Livaneli, is all tell, no show. It's a flashback look at the 1942 Sturma disaster, where nearly 800 mostly Jewish refugees were killed when that vastly overcrowded ship was torpedoed off the coast of Turkey. Turkey would not accept its passengers and the British government would not let it sail to Palestine for fear of upsetting Arab allies.
The story is told from Istanbul, sixty years later. It's told not shown by the first-person narrator and her adolescent son, who look to the internet to find out what happened way back when. So we're given the Wiki-version. Oh, there's a love story wrapped around the details, but it too is told, not shown. Yes, yes, he loved her, of that we're certain, but I couldn't tell you why, except he just knew.
The author, perhaps feeling self-conscious of his writing style, says this through the narrator:
My themes are the same themes that writers have addressed since writing began and that storytellers in the Homeric tradition told of before then: love, hate, revenge, ambition, jealousy, destiny. . . . The same themes you see in Shakespeare and soap operas. The only difference is in how the story is told. This is something I haven't concerned myself with. I just described what happened. Some feel that the manner of telling is more important than what is told . . . that everything there was to say had already been said, and the only thing left was to say it in a more beautiful manner. But I've told this story because it needed to be told and not in an attempt to create something beautiful.
Well, high marks for self-awareness then.
Still, this was a page-turner, in the manner of a spy novel. But was the old guy a spy?
_____ _____ _____
I read this when I did as a follow-up to my last read, also by a modern Turkish author. The difference was that the last read had no specifics and this one had only specifics.
I imagined this would be a nice break from the last quartet of books I read which dealt with a sense of place as a breeding ground for evil, and how Death is the one great certainty. But it's not the reader who chooses. Well, I've told enough that place is as important here as anywhere in the earlier reads, and Livaneli introduced one more character at book's end: Azrael, the Angel of Death.
Shoo, Death, shoo.
_____ _____ _____
I'm not sure whose fault this was (author, editor or proofreader) but it was annoying reading this:
They recalled that Tolstory, the composer of The Kreutzer Sonata, couldn't listen to music when he was writing . . .
Tolstoy, of course, was the author of The Kreutzer Sonata, not its composer.
Serenad çevremdeki birçok kişinin tavsiye ettiği, çok sevdiği bir kitap. Beklentim de oldukça yüksekti. Ben mi kendimi çok yükselttim neden bilmiyorum ama tam aradığımı bulamadım.
Kitabı sevdim fakat eksik birşeyler var gibi geldi bana. Örneğin kitabın başlarında Max ve Nadia'nın hikayesini en ince ayrıntısına kadar öğreneceğimi düşünmüştüm o kısım bana biraz yüzeysel geldi. Daha derin, daha etkileyici olabilirdi bence.
Maya'nın kendisi ile alakalı bazı kısımları beni çok sıktı. Bir kere oğluyla ilişkisini tam anlayamadım. Çocuğundan daha cok ev arkadaşı gibiydi Kerem. Keşke daha ayrıntılı bir anlatım olsaydı. Bir de Tarık neden var kitapta anlamadım. Maya'ya para kazandırmak ve gazete olayını düzeltmek dışında bir işlevini göremedim. Kitabı hep bu adamda bir numara var diye okudum ama boş çıktı.
Livaneli çok sevdiğim bir yazar fakat sanırım kitap çok fazla sevildiği için beklentimin altında kaldı. Yüzeysel geldi açıkcası. Zaten genelde öyle olur ya herkes çok beğenir, sen de hevesle başlarsın kitaba ama sonra aradığını bulamaz herhalde problem bende dersin.
Nereden,nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Zülfü Livaneli çok sevdiğim,ilgiyle takip ettiğim bir yazar ve sanırım hakkında hiç olumsuz yorum okumadığım, okumayı çok istediğim bir kitaptı Serenad. Tüm kalbimle söylüyorum ki iyi ki okudum,iyi ki bu beni derinden sarsan öyküye tanık oldum,iyi ki tarihimizin sakladığı insanlık vahşetlerini tüm çıplaklığıyla gördüm. Okuduğum en iyi kitaplardan biriydi, Livaneli'ye bir kez daha hayran kaldım.
Ένα βιβλίο που με ταξίδεψε! Οι μυρωδιές, οι γειτονιές, οι εικόνες σου δημιουργούν μια ανεξήγητη ανατριχίλα. Ενώ δεν έχω επισκεφτεί το μέρος, αισθάνθηκα οικεία στις περιγραφές. Η ιστορία εξελίσσεται γρήγορα, παρόλο τον όγκο των 510 σελίδων. Απλή πλοκή, εμποτισμένη από συναισθήματα, αρώματα, μελαγχολία, αλήθειες, αναζητήσεις, γεγονότα, μυστικά.
Her şeyiyle çok güzel bir kitaptı. Livaneli çok yönlü bir sanatçı, bu okuduğum ilk kitabı ama neden gecikmişim bu kadar anlamadım doğrusu :)
Kadın baş kahramanı büyük bir inandırıcılıkla inşa etmiş. Bir erkek yazarın bu kadar doğal ve inandırıcı kadın karakter yaratması ve yaşatması çok zor olmalı. Hikaye 2000'lerin başının değişen Türkiye'sini ve dünyasını fon olarak alıyor. Ön planda nazi Almanya'sına uzanan muhteşem yalınlıkta bir hikaye ve ana karakterin geçmişine dair yan hikayeler var.
Bütün bunlar çok doğal bir dille, abartıdan ve gösterişten uzak bir entellektüellikle işleniyor ve muhteşem bir kitap oluyor. Herkese tavsiye ederim.
Okudugum ilk Zulfu Livaneli kitabi. Cok cabuk okunuyor, bazi Turk yazarlarin sevmedigim zorlama cumlelerinden yok. Cok birikimli birinin yazdigi belli.
Birinci tekil sahisla anlatim baya samimiyet kazandirmis. Belki de yazarin hani erkek oldugunu bildigimden, ana karakter olan kadinin bazi hareketleri sacma geliyor, ama yine de basarili. Adalet Agaoglu'nun erkek karakteri daha inandiriciydi. :)
Hem bir hikayeye kapilip gidiyorsun, hem cok kolay okuyorsun, hem de cok iyi bilmedigin(kendi adima) onemli konularda bilgileniyorsun. Aralarda verdigi bir suru mesajlar var. Boyle mesaj veren kitaplari tercih etmeyenler de olabilir. Ben severim ama. YAzar mesaj verme telasina kapilmasin yeter. Burda hikayenin bir sonucu, ana karakterin bozgunluklarindan, ve kendi ic dunyasindan cikiyor mesajlar. Yazar bize egreti bir vaaz vermiyor yani.
Kitabin sonundaki twist de hosuma gitti. Sevmezdim eskiden oyle seyleri. E ne anladim ben bu isten derdim. Bu sefer begendim. Zekice bir anlatim olmus. Acaba Zulfu Livaneli kendisi mi bu anlatim bicimini dusundu, yoksa baska bir kitaptan mi esinlendi merak ettim dogrusu..
Zülfü Livaneli küçüklüğümden beri kulağıma dolan ama ısrarla hiç araştırmadığım bir isimdi. Kitaplarla haşır neşir olmamla birlikte artık yazarın eserlerini de fazlaca duymaya başladım. Benim tahminimce en çok ses getiren romanı olan Serenad'ı sonunda elime aldım. Kitaba bayıldım, çok güzeldi ve övmeye doyamayacağım bir tadı vardı. Bu güzel övgülerin yanında bariz bir şekilde yazarın kendi kişisel düşüncelerini kitaptaki karakterler üzerinden keskin bir dille belirtmesi beni en çok rahatsız eden kısmı oldu. Ayrıca bu yermeye çalıştığı kısımlar öyle siniye çekelecek türden değildi. Bir diğer gözüme batan kısım ise bazı olayları kitaba katıp bunları çok önemli gibi öne çıkarması fakat daha sonrasında bu olayların basit bir şekilde kayıba karışması. Tahmin ettiğimden daha güzel bir dili vardı. Çok ağır bie ağdalı dile boğulup kitabı zor okuyacağımı tahmin ediyordum ama bunun aksine...
1.5 bazi kitaplari zamaninda okumadiysaniz OKUMAYIN maksadi uc farkli dindeki kadinlari birlestirmek onlari anlamak ama hikayeyi anlatan karakterimiz uc kadinin acilarini yaristiriyor. (iyi bakalim haber edersin) maya beni o kadar rahatsiz etti ki daha pembe gtlu bir karakter okumamistim bayadir. kadinligin zorlugundan bahsedenin de bir erkek olmasi SUS lutfen ya. butun tarihi bilgilerini ve dil kullanimi ile ilgili dusuncelerini aktarmak istiyorsan dostlarinla konusabilirsin. hikayeye hicbir katkisi olmayan gereksiz paragraflar yazmak yerine de defter tutabilirsin tavsiyedir.