Peyami Safa’nın romancılığının zirvesine çıktığı eserlerinden biri olan Bir Tereddüdün Romanı, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra inanmakla inkâr, bireysel ve toplumsal temayüller, kendi kendini tahrip aşkı ile yaratıcı hırslar ve sevdalar arasında kalan insanoğlunun tereddüt ve bocalamalarını konu edinmiştir. Roman içinde yazılan roman kurmacası ve Peyami Safa’nın kendi hayatından derin izler taşıyan yapısıyla Bir Tereddüdün Romanı, mütareke yıllarında ve savaş sonrasında doğan yaşamak yorgunluğu, toplumsal değerlerin altüst oluşu, geçmişle olan bağların kopuşu, ahlak bunalımı, maddi ve ruhi sefalet, hiçbir şeye tam olarak bağlanamamak acısı, insanların inanmakla inkâr etmek, yapmakla yıkmak, sevmekle nefret etmek, iyilikle kötülük, isyan etmekle boyun eğmek, ölmekle yaşamak arasında geçirilen tereddütleri üzerine kurulmuştur.
1899 yılında İstanbul’da doğar. Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa'nın oğludur. Sivas'a sürgüne gönderilen babasının orada ölmesi üzerine 1901 yılında iki yaşında yetim kalmış, bu yüzden "Yetim-i Safa" adıyla anılmıştır. Babasız büyümenin acılarının yanı sıra, sekiz dokuz yaşlarında yakalandığı bir kemik hastalığı dolayısıyla çocukluk ve ilk gençlik yılları hastane koridorlarında geçmiştir. Bilahare bu günlerini eserlerine soğukkanlı bir ciddiyetle yansıtacaktır.
Hastalık ve savaşın yol açtığı maddî sıkıntılar dolayısıyla öğrenimini sürdüremez, babasının arkadaşı olan Recaizade Mahmut Ekrem Marif Nazırlığına veda edince onu Galatasaray Lisesi'nde okutma vaadini yerine getiremez. Peyami hayatını kazanmak ve annesine bakmak için Vefa İdadisi'ndeki öğrenimini yarıda bırakır. Keaton Matbaası'nda bir süre çalıştıktan sonra açılan sınavı kazanarak Posta - Telgraf Nezareti'ne girer; Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar orada çalışır. Daha sonra Boğaziçi'ndeki Rehber-i İttihat Mektebi'nde öğretmenlik yapmaya başlar. Dört yıl çalıştığı bu okulda kendi çabasıyla Fransızcasını ilerletir.
1918 yılında ağabeyi İlhami Safa'nın isteğine uyarak öğretmenlikten ayrılır ve birlikte çıkardıkları "20. Asır" adlı akşam gazetesinde "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yazdığı öykülerle gazetecilik yaşamına başlar. İmzasız olarak yazdığı bu hikâyelerin tutulması üzerine Server Bedi takma adını kullanır. Peyami Safa halk için yazdığı edebî değeri olmayan romanlarını "Server Bedi" imzası ile yayınlar. Sayıları 80'i bulan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazar.
1921'de Son Telgraf gazetesinde ve bilahare Tasvir-i Efkâr'da yazar. Nihayet Cumhuriyet gazetesine geçer, 1940 yılına kadar bu gazetede fıkra ve makalelerini yayınlar; roman tefrika eder. Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkarır. Fıkra yazarı olarak Peyami, gazetelerin tirajlarını değiştirecek bir tesire sahiptir. Vefatında Son Havadis Gazetesi başyazarıdır. Çok sevdiği oğlu Merve'yi askerliğini yaptığı sıra kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarsar. Bu olaydan birkaç ay sonra 15 Haziran 1961’de İstanbul'da ölür. Edirnekapı Şehitliği'ne defnedilir. Peyami Safa kendi kendisini yetiştirmiş ender şahsiyetlerden biridir. Fransızcayı Fransızca gramer kitabı yazabilecek kadar ve tıp ilmini bir doktor kadar öğrenmiştir. 43 yıl hiç durmadan yazar. Güçlü bir fikir adamı, romancı ve polemikçidir. Nâzım Hikmet Ran, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin'le polemiğe girmiştir.
Kudretli kalemi ile kısa zamanda Bâb-ı Âli’de yıldızlaşan Peyami muharrirlik yönünün yanında usta bir nazariyatçıdır. Çağdaş Türk Edebiyatının roman tekniğini en çok geliştirmiş romancısıdır. Fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem verir. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirir. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işler.
"sen hayatında her şey yapmış bir kadınsın. fakat hiç birine alışamamışsın, hiç birinde ihtisas kazanamamışsın: evlendin, fakat tam manasıyla zevce olamadın; sevdin, fakat yekpare bir aşkın olmadı, bir çok hadiseler en büyük ihtirasın billurunu kırdı; seyahat ettin, fakat sende bir seyyah melekesi teşekkül etmedi; birçok hafiflikler yaptın, barlarda, balolarda, tiyatroların kulis aralarında yaşadın, fakat bir kokot pişkinliği elde edemedin; tercemeler yaptın, fakat bir satır yazı neşretmedin; çocuklara bayılıyorsun, fakat ana olmadın; her emelin, her gayenin büyüklüğünü ve güzelliğini anlıyorsun, fakat hiç bir emelin ve gayen yok; bir çocuk saflığıyla en basit yalanlara inanabilirsin; fakat hiç bir şeye iman etmiyorsun." syf. 126
Kitap insanı ziyadesiyle içine çekiyor ve sürüklüyor hatta betimlemeler sayesinde zaman zaman kahramanlardaki histeri halini hissedebiliyorsunuz. Bunalımlar ve dengesizliklerle kendini tanımlayan bu kitabı okumadan önce bunlara hazırlıklı olmanızı tavsiye ederim.
''Zekanın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür.''
Peyami Safa kitabı okuyorsanız büyük duygu değişimlerine, yoğun depresifliğe hazırlıklı olmalısınız. Bir Tereddütün Romanı'nda yine kendi hayatına yakın şeylerden bahsetmiş. O hastalık ve sonrası dönemi korkusunu öyle bir yansıtmış ki, kitap boyunca ''acaba hasta ne yaptı?'' diye düşündürdü.
Ben psikolojik tahlil ve tasvirler açısından üst seviye buldum kitabı. Çok güzel bir anlatımı var. Kafanızda canlanıyor. Özellikle Vildan Hanım; gerçek bir karakter gibi, konuşma şekli bile oturdu kafamda. Tek düşündüğüm Mualla Hanım'ı neden muallakta bıraktı?
Kitap boyunca acabalar, gerçek mi değil mi? Şark mı garb mı? tereddütlerinde gidip geliyorsunuz. Ama yer yer sizi de o karamsarlığa çekiyor. Bu kadarı da olacak artık. ^^
"Eski ailelerin büyük bir kusurları vardı: Kapalı olmak; eski ailelerin büyük meziyetleri vardı: Gene kapalı olmak. Bu kapalılık onların zihinlerini kapamak suretiyle bir kusur, fakat seciyelerini muhafaza ettirmek itibariyle bir meziyet oluyordu. Yeni ailelerin de büyük bir meziyetleri var: Açık olmak; büyük bir kusurları da var: Gene açık olmak. Bu açıklık onların zihinlerini açmak suretiyle birer meziyet, fakat seciyelerini bozmak suretiyle birer kusur oluyor. O halde, bugün için mükemmel bir zevcenin vasıflarını tayin etmek kolaylaşıyor: Eski ailelerin kapalı ahlaki terbiyesiyle yeni ailelerin açık fikri terbiyelerini haiz bir genç kız. İşte benim ilk tasavvur ettiğim Mualla Hanım. Bu kaba ve sathi tasavvurumun bir vehim olduğunu bildiğim halde "imkansız"ları yaratmaktan zevk alan muhayyilemin faaliyetlerine tam bir hürriyet verdim. Zevcemi ben yaratmak istiyordum ve onun ayakları yeryüzüne basmayan hayali bir mahluk olduğunu anlayacağım güne kadar, kendi kendime icat ettiğim bu kukla ile oynamak istedim."
Tam bir Peyami Safa romanı. Kitabın arka kapak yazısında da belirtildiği gibi Fatih-Harbiye'den Matmazel Noralya'nın Koltuğu ve Yalnızız romanlarına bir geçiş niteliğinde olduğu söylenebilir. Bana göre teknik olarak onlardan çok daha ilginç ve çarpıcı. Üstkurmaca ve bilinçakışı tekniklerine müracaat var. Konuysa hep aynı. İkilik, yabancılık, vb. Yalnız kahramanlar değişiyor. Yazarın romanlarının birçoğuna yansıyan otobiyografi hissi bu romanda hat safhada. Romanın baş karakterlerinden birisi yazarın ta kendisi. En azından romanda "yazar" adını verdiği bir karakter...
"Kitap. Nasıl diyeyim... İçinde yaşadığımız ev gibi olmalı, vatan gibi olmalı, ona alışmalıyız, bağlanmalıyız, köşesini bucağını gayet iyi tanımalıyız, her noktasına hatıralarımız karışmalı."
Yazarın daha önce okuduğum Fatih-Harbiye romanına kıyasla çok daha iyi bir eser olmakla birlikte hikayeye kuruculuk eden bazı ögelerin - örneğin Mualla Hanım - kitabın sonunda dekor haline gelmesi üzücü olmuş. Karakterlerin en basit aksiyonlarının bile sindire sindire aktarıldığı pasajlar ve roman karakterlerinin ruh halleri ile eğilimlerine dair özgün çözümlemeler (bkz: kaldırım çocukları; çıplakları giydirmek) kitabın başından kalkmanıza engel olurken, neredeyse yavan denilebilecek kimi felsefi düşünceler ise 1930'lu yılların zorlayıcı ancak çekici Türkçesiyle okuyucuyu sıkmıyor. Yine de Peyami Safa'nın romanda geçen hikayeye sırt çevirdiğini ve bu hikayeyi o dönem kafasında dolanan düşünceleri didaktik bir şekilde okuyucuya sunmak üzere kaba bir manivela niyetine kullandığını belirtelim.
Bu arada İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden nesillere ilişkin devasa bir literatür ve aşinalık oluşmuşken, benzer bir hassasiyetin ilk savaşın üstüne gelen kuşak için hakkıyla gösterilmemiş olması hep ilgimi çekmiştir. Tabii, erken dönem bir beat hareketini Büyük Depresyon'un engellemiş olmasını ve 50 ve 60'ların değişimine yepyeni girdilerin katkıda bulunduğunu unutmayalım. Bu anlamda, dönemin Avrupa'daki bohem sanat çevrelerini takip ettiği ve bunun Beyoğlu izdüşümlerinde de epey vakit geçirdiği anlaşılan Peyami Safa'nın savaş sonrası dünyanın düşünce dünyasıyla ve buna eşlik eden yaşam tarzlarıyla ikinci bir savaşın geleceğini bilmeden sürdürdüğü muhafazakar didişmeyi izlemek son derece zevkliydi.
Nihayet anlamağa başlıyoruz ki her sistem, ölü bir kalıptır, statiktir.
Çünkü mantığımızın mahsulüdür. Sayısız değişmeleriyle, söz karartıcı hızıyla, tamamıyla dinamik olan mahiyeti, yani hayatı biz ancak sezişimizle takip ve bilgimizle izah edebiliriz. Ona yol gösteremeyiz.
3.5 Çok dağınık. Yazarın aksini sayfalarda gördüğümü hissettim ve bunu sevmiyorum. Editoryal olacak belki ama metin biraz sadeleşse fena olmaz gibi. Ruhundan, döneminden koparılsın demek değil bu. Ama yoruldum dipnotlara bakmaktan.
Bu benim okuduğum 8. Peyami Safa romanı , ve çok net bir şekilde söyleyebilirim ki en kötü romanı... Bir şekilde söylemek istediği bir sürü aforizma ve anekdotu , eksiklerle dolu kurgunun içinde okuyucuya zorla verilmeye çalışılmış... Bu da okuyucu bir süre sonra sıkıyor...
Kitabın ilk 50 sayfası zor okundu çünkü fazla eski yada yabancı sözcük kullanımı vardı. Benim için kitap son 50-60 sayfada güzelleşti. Çoğu okur ana karakterin hayatına giren kadınlar konusundaki kararsızlığını kitabın ana konusu olarak görmüş ama ben çok başka anladım konuyu. Yani, evet bir tereddüt var kitapta ve yazarın yaşantısında da ancak yazarın kitaptaki 2 kadın karaktere dair tereddüttü olduğunu düşünmüyorum. Öncelikle, Yazarın Mualla ile ilgili kararı netti, onunla evlenmek istiyordu. Daha karşısındaki kişiyi pek tanımadan böyle bir kararı neden aldığını ise bilemiyoruz ancak sevgi olmadığını şu sözlerinden çözüyoruz: "Vildan: Seviyorsun onu. Elimi ağzına kapadım. Yazar: Sus, bunu bana otomobilde de söyledin. Bu kelimeyi sevmiyorum. Alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz ve"sevmek" deyip çıkıyoruz. Onun için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime." Öte yandan Yazarın Vildan ile ilişki manasında bir birliktelik yaşamak istemediği ilk andan beri belli çünkü karşısında hayran bir kadın var, kişinin kendisine verdiği değerden fazlasını ona atfeden biri. Elbette onun yanında bulunup, onu görmek isteği oluyor çünkü bu ilgi ona iyi geliyor. Birinin kendisini "hayatının kurtarıcısı, kahramanı" gibi görmesi her ne kadar mantıksız, asılsız gelsede iç dünyasında kendisini eksik gördüğü yerlerin belki de tam hissetmesine yardımcı oluyor yada olabilir gibi geliyor yazara ve bu sebeple bir münasebetleri var ancak dediğim gibi ben burada bir tereddüt görmüyorum. Tereddüttün en güzel anlatıldığı yer ise Yazarın "Yıkılıyor, her şey yıkılıyor! Dinle. Hayatımda ben bunu çok hissettim. Hemen bütün kitaplarım yalnız bu cümleyi izah etmek içindir. "Tereddüt" diye bağırıyorsun. Dinle ve sükunetle düşün. Kim tereddüt ediyor?" diye başlayan tiradıdır. Bu kısım bana Kierkegaard'ın şu sözünü hatırlatmıştır ki tüm kitap yazarın gözüyle o dönemin toplumu ve kendi yaşantısından kesitleriyle pişman olmadan kaçınma için çaba harcanırken geçen zamanda yaşanana yani tereddütte bir göndermedir: "Evlenirsen, pişman olursun; evlenmezsen, yine pişman olursun; evlen ya da evlenme, pişman olursun; ister evlen, ister evlenme pişman olursun. Dünyanın aptallıklarına gül geç, pişman olursun; gözyaşı dök, yine pişman olursun; dünyanın aptallıklarına gül geç ya da gözyaşı dök, pişman olursun; dünyanın aptallıklarına ister gül geç ister gözyaşı dök, pişman olursun. Bir kadına inan, pişman olursun; inanma, yine pişman olursun; bir kadına inan ya da inanma pişman olursun; bir kadına ister inan ister inanma, pişman olursun. Kendini as, pişman olursun; kendini asma, yine pişman olursun; kendini as ya da asma pişman olursun; kendini ister as ister asma, pişman olursun. Bu, beyler, bütün felsefenin toplamı ve özüdür." Aynı tiretda bir çok kişinin alıntı yapıp beğendiği cümle şudur ki ben de severim: "Zekanın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür." ancak böyle hayat mı geçer arkadaş diye soranlarınız olabilir. Bizim gibi düşünenlere Peyami Safa yazar aracılığı ile, cümleye şöyle devam ederek cevap veriyor ve kitabın en yerinde tespitini kaleme alıyor: "Zekanın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür. Bütün Rönesans bir şüpheden doğdu. Bütün yeni felsefe zaferini Descartes'ın şüphesine borçludur. Fakat mücerret sahada zekanın evcini işaret eden bu şüphe ve tereddüt, amelî sahada ölümden başka bir şey değildir. O noktaya kadar çıktıktan sonra, insanın hayat ve müşahhas dünya içindeki azamî kıymetine varabilmek için, tereddütten karara geçmesini bilmek lazımdır. Çünkü bu, ölümle hayat arasındaki huduttur." Yada bir başka deyişle bir tehlike ile karşılaştığımızda verdiğimiz "kaç, savaş, don tepki"lerinden donmayı ilk etapta yaşantına dair konularda karar vermek için seçebilirsin ancak burada kaldığın süre uzadıkça ızdırabın artacaktır. (Hoş bazı istisnai durumlarda donmak/tereddüt de duruma çare olabilir, ölü taklidi yapmak gibi:), ancak çok nadirdir kanımca.) Son olarak bu kitap sesli kitap olarak tercih edilmemesi gereken bir kitaptır çünkü ilk iki bölümde yazarın kendi yazdığı kitaptan alıntılar yer almaktadır. Sesli kitapta nerede kitaptaki karakter bir şey diyor nerede yazarın yazdığı kitaptan alıntı yapılıyorun anlaşılması oldukça zordur. Ancak yazılı basımında bu ayrım alıntı işareti ile net şekilde ayrıştırılmıştır.
"bence kitap demek bir defa okumak için yazılan şey değildir. bazı tanıdıklarım haftada üç dört tane okuyorlar. onlara hayret ediyorum. kitap. nasıl diyeyim... içinde yaşadığımız ev gibi olmalı, vatan gibi olmalı, ona alışmalıyız, bağlanmalıyız, köşesini bucağını gayet iyi tanımalıyız, her noktasına hatıralarımız karışmalı. değil mi? bir musiki parçası gibi... her vakit başka başka eserler okuyanlar, iki üç günde bir dostlarını, evlerini, vatanlarını değiştiren insanlara benzemezler mi?" syf. 23
"korkuyorum, sizden değil, sizden ve kendimden, yaşamaktan korkuyorum." syf. 52
"gece yarısı kaldırımların hürriyetine, kimsesizliğine vurgunum. ben de kimsesiz ve hürüm, ben de kaldırım çocuğuyum." " gece yarısından sonra kaldırımlarda uyumak için kuru bir parça yer arayan etsiz ve tüysüz, kuyrukları bile tüysüz, vücutları uzun ve karınları çukur, sıska ve sessiz, filozof ve mütevekkil, aç ve yorgun köpekleri bilir misiniz? onları ben pek iyi tanırım, onların hayatı benim hayatımdır ve bu en güzel hayattır, inanınız." syf. 88
"yaratma ameliyesi yekpare, spontane ve kendi tekniğini de haizdir. tashih etmek bozmaktan başka bir şey olmaz." syf. 92
"bir roman ya yazılır, ya yaşanır. ben sana hemen tutkun olduğumu hissettim, fakat yazmak için değil, yaşamak için! ben sana kollarımı uzatıyorum ve sen, bana ellerini, dudaklarını uzatacağın yerde, yazmak için mürekkepli kalemimi uzatıyorsun." syf 108
"sen hayatında her şey yapmış bir kadınsın. fakat hiç birine alışamamışsın, hiç birinde ihtisas kazanamamışsın: evlendin, fakat tam manasıyla zevce olamadın; sevdin, fakat yekpare bir aşkın olmadı, bir çok hadiseler en büyük ihtirasın billurunu kırdı; seyahat ettin, fakat sende bir seyyah melekesi teşekkül etmedi; birçok hafiflikler yaptın, barlarda, balolarda, tiyatroların kulis aralarında yaşadın, fakat bir kokot pişkinliği elde edemedin; tercemeler yaptın, fakat bir satır yazı neşretmedin; çocuklara bayılıyorsun, fakat ana olmadın; her emelin, her gayenin büyüklüğünü ve güzelliğini anlıyorsun, fakat hiç bir emelin ve gayen yok; bir çocuk saflığıyla en basit yalanlara inanabilirsin; fakat hiç bir şeye iman etmiyorsun." syf. 126
"dante'yi sever misin sen? şu dakika nerdesin? benim gibi hem roma'da hem istanbul'da mı? "düşün ki her an ben değişiyorum, her an sen değişiyorsun, buna rağmen birbirimizi nasıl tanıyabiliyoruz? bu kaçan benliklerimizi birbirimizde aramak tecessüsü olmasaydı bir saniye konuşabilir miydik?" syf.132
"bu kelimeyi sevmiyorum. alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz ve 'sevmek' deyip çıkıyoruz. o için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime." syf. 153
"yıkılıyor, her şey yıkılıyor!" syf. 164
"ancak 'izm'siz düşünebildiği gün insan zekasının hürriyetinden ve genişliğinden bahsedilebilir. kafamızın zinciri bu 'izm'dir: sistemcilik ve nazariyeciliktir." syf. 190
Əsər təxmini iki hissədən ibarətdir. Beləki ilk hissədə gənc bir xanım dostunun təklifi ilə kitab oxumağa başlayır və bu kitabın yazarı ilə tanış olmaq üçün dəvətə qoşulur. Bu hissəsi ümumilikdə mənə çox sıxıcı gəldi. Əslində yazıçının obrazı o qədər halbahal və xəstə təsvir edilmişdir ki, oxuduqca havam çatışmırdı, yorulurdum və 130 səhifəlik 1 kitabın 50 səhifəsi belə ağır tonda davam edir.
Kitabın yazarı ilə tanış olan xanım o yazardan evlənmə təklifi alması ilə birinci hissə tamamlanır və heç bir ara keçid olmadan yazarın keçmişdən tanıdığı bohem həyat tərzi ilə xatırladığı bir digər xanım obrazla rastlaşırıq. Və yazarın fikirlərini və tərəddüdünün alt detalları ilə biz bu qaranlıqda tanış oluruq. Bir çox suallara cavab axtarılır, daha çox insan seçimləri və tarixi keçidin insan həyatları üçün izləri, toxunuşları qabardılır. Biz bu hissədə yazarın tarixi baxışını görürük, gözləntiləri, yorğunluğu və ümidləri ilə tanış oluruq.
Ümumilikdə kitabın həm tərcüməsi yorucu idi, həm də əsərin özü çox depressiv idi. Beləki son səhifələrdə yazarın şəhərə çıxışında oxucu da onunla bərabər dərindən nəfəs alır. İlk 50 səhifəsini keçə bilsəz sonrakı səhifələrin hər biri bir fəlsəfi sual kimidir. Növbəti hər səhifədə kitabı yerə qoyub düşünməyə vadar olursan. Tarixin o keçidi "izm"-lərə yazıçı tərəfindən fərqli tərzdə baxa bilirsən və son nəticədə təəssüf ki, reallıq qorxunc gəlir.
Yazardan oxuduğum ilk kitab idi, açığı başqa kitabların oxumaqla başlasaz məncə daha yaxşı olar, çünki qələminə bələd olmadan yazardan qaçmağa səbəb olacaq bir başlanğıcı olan kitabdır. Özüm üçün yəqinki növbəti kitablarını türkcədə oxuyaram, yaradıcılığı ilə tanış olduğuma görə yazarın öz dil üslubu daha maraqlı gələcək.
Hayattan aldığımız her zevki ona muadil bir ıstırapla ödediğimizi bildiğim için, hiç bir şeyden yüzde yüz saadet ümit etmiyor ve yüzde yüz felaketten korkmuyordum.
Sade ve pek sessiz, gösterişli ancak gerçekçi.. Yer yer sıkıcı..
Ancak gayet bugünden, çokça irtibat kurulabilir bir biçimde.
Arada-kalmışlığı, hem bugün ve dün, modern ve gelenek arasındalığı ile sosyal durumunda bireyin, hem de tümel ve tikel, ümitler ve gerçekler, amaçlar ve kabiliyetler arasında arada-kalmışlığı ile insan olarak yolculuğu içerisinde bireyin arada kalmışlığını, canlı bir hissiyat verecek biçimde ve fakat olabildiğince donuk bir uslub ile yazıyor.
Romanda "Zekanın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür." diyen Peyami Safa, bir söyleşide sorulan "Yazarlık hayatınızda değişen bazı kanaatleriniz oldu mu?" sorusuna şöyle yanıt veriyor: -Bir Tereddüdün Romanı'na kadar şüpheci görünürüm. Varlığın manası üzerine tereddütlerim olmuştur. Bu romanın kahramanı sorar: "Mânaya mâna veren biz miyiz?" Bu sorunun cevabı 20 sene sonra "Matmazel Noralya'nın Koltuğu'nda verilmiştir. Varlığa mâna veren insan değildir. İnsana mâna veren varlıktır...
Roman içinde roman teması son derece sıkıcı olabilir gibi gelmişti ilk başlarda. Fakat okudukça hikâye içine çekiyor ve hızla ilerlemeye başlıyor. Sonra roman ikinci planda kalıyor ve karakterler yükleniyor bütün öyküyü. Peyami Safa'nın psikolojik çözümlemelerine değinmeyeceğim bile; faka 1930'ların insanının ruhsal dünyasını, sosyal ortamını göstermesi bakımından da ayrıca okunmaya değer.
Nil Karaibrahimgil’in Kelebeğin Hayat Sırları kitabını okuduğumda Peyami Safa’dan “En sevdiğim Türk yazar” diye bahsettiğini gördüm. Ben Peyami Safa’dan iki kitap okumuşum. Okumuşum diyorum çünkü Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu okuduğumu hatırlıyorum ama Fatih Harbiye kitabını okuduğumu asla hatırlamıyorum. Kitaba dair hiçbir şey de hatırlamıyorum. Fatih Harbiye dendiği zaman sadece dizisi geliyor aklıma ama defterime okudum diye not aldığıma göre okumuşumdur. Bazı okuyuculara bu unutkanlık inanılmaz gelebilir ama olayların üstünden 15-16 sene geçti. Sürekli kitap okuyunca bir süre sonra neyi okumuştun neyi okumamıştın karışabiliyor. Bu yüzden artık okuduğum her kitabı not alıyorum.
Kitabın başkarakteri bir yazar. Onun bir kadınla tanışmasını ve evlenmeye karar vermesini okuyoruz. Bu aşamada karakterlerimiz bazı tereddütler yaşarken yazarın geçmiş hayatından bir kadın daha giriyor kitaba. Böylelikle ruhsal, psikolojik ve hayatla ilgili tahliller, kararsızlıklar, çatışmalar başlıyor.
Kitap iki bölüm gibi düşünülebilir. Ben ilk bölümünü daha çok sevdim ve o şekilde devam etmesini isterdim. Vildan karakteri romana girdikten sonra kitap benim için durağanlaştı ve yer yer bunaltıcı oldu. Çok güzel cümleler okudum, çok doğru dediğim tespitler vardı ama kitaptaki kasvet bana fazla geldi. Tabii ben karakter olarak fazla rahat ve hayatı boyunca karar verme konusunda zorlanmamış biri olduğum için karakterlerle yeteri kadar empati yapamamış olabilirim :-)
Kitapta yazarın yazdığı kitaptan bazı bölümler de yer alıyordu. Bu şekilde kitap içinde kitap olmasını sevdim. Peyami Safa’nın kalemini sevdiğimi hatırladım. Yazarı okumaya neden bu kadar ara verdim bilmiyorum ama başka bir kitabını okumak için on beş sene beklemeyeceğimi biliyorum.
Yazarla ilk kez tanışacaklar için uygun bir tercih değil ama yazarın külliyatını okumak isteyenler kaçırmasın. İlk kez okuyacaklara Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu öneririm.
Çok çekici bir kitap: acayip ruhi analizler, o zamandan bu yana yazılmış psikanalist yazına taş çıkartacak cinsten çıkarımlar, bazen sadece birkaç kelimeyi yan yana dizerek dahice kurulan atmosferler, serüvenler falan filan da kitabın sonunda yine şarkiyatçı nutuğa tosluyoruz. Tamam romanın bir mesajı olabilir, ama karakterlerin marazlarının bu derece analizlerinden sonra bütün hesabın Dünya'ya veya Batı'ya çıkarılması... Önemli bir adımı atlıyor sanki yazar burada. Evet özelden genele gidelim, genelden özele, ama böyle bir romanda bu gidiş gelişleri yapan/anlatan öznenin öznelliğini suçlmada hissetmeliyiz. Onu bu suçlmaya bağlayan farklı bir yaşama dair umutlar ve korkular. Bunlar bazı kendini belli etse de romanın yükselip çözüldüğü noktada tamamen bir kenara atılmış olmaları yavan bir tat bıraktı. Bir anlığına eksiksiz bir ses işgal ediyor çünkü romanın atmosferini. Halbuki roman bu kapanış sahnelerine kadar aynı sesin sürekli birbirini kesen eksiklikleriyle ilerledi: Mualla Yazarın kitabını okur; Yazar Muallaya kitabını anlatır; Vildan Yazarın kitabını okur; Yazara kitabını daha iyi anlatır/anlattırır, falan.
“demin bir cümlen hoşuma gitti. belki farkında olmadan bütün bir devri o cümle ile izah etmiş oluyorsun: ‘yıkılıyor, her şey yıkılıyor!’ dinle. Hayatımda ben bunu çok hissettim. Hemen bütün kitaplarım yalnız bu cümleyi izah etmek içindir.’tereddüt!’ diye bağırıyorsun. . .
Bu roman genç bir gazeteci ve bir çok kadın arasında yaşanan ruhsal gidiş gelişlerin hikayesi. Roman 1. Dünya Savaşı sonrasında insanların ruhlarına işleyen o depresyon ve dram halinin bir yansıması adeta. Bunu hem Zweig'ın Postacı Kız romanında, hem de bu romanda aynı şekilde görmek gerçeklik hissini oldukça arttırıyor.
Safa'nın verdiği yoğun detaylar da aslında romandaki ana karakterde gerçeklerden esinlendiğinin; o bohem Beyoğlu havasını, o otele, bu dükkana gidişlerini bizzat kendisinin yaşadığının bir kanıtı gibi...
Fakat bu roman benim gözümde tereddüdün değil adeta abartılmış duyguların, uyuşturucu etkisinin, sek içilen rakının romanı. Klasik Türk romanlarında sıklıkla karşılaştığım aşırı dram ve depresyon hali bu hikayeye oldukça ağdalı bir şekilde ağırlığını koyuyor.
“Yapamadım, dedi, çekemedim tetiği. Yapamıyorum, elimden gelmiyor, korkağım, müthiş korkak. Halbuki ne kati bir karar vermiştim. Beni hiçbir şey hayata bağlamıyordu, hala da bağlamıyor. Kocam beni çekmiyor, halbuki onu sevmiyor değilim; çocuk istemiyorum, halbuki çocukları severim; hiçbir yerde eğlenmiyorum, seyahatten de bıktım, çok değiştim ben, biliyor musunuz? Her seye karşı alakalarını kaybetmiş insanlarin psikolojileri nedir? Söyleyiniz bana. Bu mevzuya dair cok şey yazılmıştır değil mi? Işıkları çekilmiş, soluk bir dünya içinde yaşamak ne korkunç!” (sf. 118)
**
“Bu kelimeyi sevmiyorum. Alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz ve “sevmek” deyip çıkıyoruz. Onun için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime.” (sf. 157)
**
“Düşün ki her an ben değişiyorum, her an sen değişiyorsun, buna rağmen birbirimizi nasıl tanıyabiliyoruz? Bu kaçan benliklerimizi birbirimizde aramak tecessüsü olmasaydı bir saniye konuşabilir miydik?” (sf. 136)
Anlatım olarak gizemli, okurun bir sonraki sayfayı merak etmesine imkan veren bir yapısı var. Fakat, ruhi tahliller üzerinden toplumun buhranlarına geçiş yaptığı kısımlar çok yüzeyde kalmış. Vildan'ın cinnet geçirdiği bir yerde izm'lere dair nutuk vermesi romanın yapısını zedelemiş bence. Erkek anlatıcı bir tercih yapması gereken Türk halkı gibi, Vildan bütün gizemiyle ve buhranlarıyla Batı ve kendisiyle izdivaç düşünülen Mualla hanım ise geçmiş olarak aksedilmiş sanırım. Ve romanın sonunda anlatıcı her ikisini de tercih etmeyerek yeni bir sahnenin perdelerinin açılacağından dem vuruyor. Hoş bir kitap fakat kendimi çok içine çekilmiş bulamadım.
İki Dünya savaşı arasındaki dönemde Batı'da yaşanan kültürel, toplumsal bunalımların, aynı tarihlerde Türkiye'deki tezahürlerini görmek adına ilginç bir roman.
“Evvelâ hasta birçok tereddütler... Korkuyorum, sizden değil, sizden ve kendimden, yaşamaktan korkuyorum. Şimdiye kadar bunun için evlenemedim. Her şeyde tereddüt ediyorum.”