İlk kitabı Şu Yağmur Bir Yağsa ile hem okurun hem de edebiyat çevrelerinin beğenisini kazanan Kâmil Erdem, Bir Kırık Segâh’ta da iz bırakan anların, gün yüzüne çıkmamış ruh hallerinin üstündeki perdeyi ustalıkla kaldırıyor. Nesneleri yalayan karanlığı, kalpten dudaklara bir türlü ulaşamayan sırları, hafızanın bastırılamayan seslerini betimlerken, sükûnetine gömülerek sıkıntılarını bir duvar misali ören insanları kendine has o derinlikli üslubuyla aktarırken belleklerde yer ediniyor.
Gündelik hayatın nobranlığına karşı nahif ama güçlü bir başkaldırıya kulak kabartıyoruz bir kez daha. Her şeye rağmen gülümsemeyi elden bırakmayan bir umutla...
1945’te Erzurum’da doğdu, Erzurum Lisesi’ni bitirdi. Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Edebiyat ve Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinde okudu. 80’ sonrasında Tan Seçki’sinde ve Morköpük’te öyküleri yayınlandı. Datça’nın bir köyünde yaşamaktadır.
valla açıkça söyleyeyim kötü kötü kitaplar okuduktan sonra kâmil erdem ilaç gibi geldi. ilk kitabını okumadım çünkü herkesin bahsettiği kitabı hemen okumayı sevmiyorum ben, sonra okuyorum, sular durulunca, niye bilmem. sonra önce bunu okuyayım dedim, bilmiyorum iyi mi ettim, sonra ilk kitabı da okuyacağım ama olgun ve üstünde çalışılmış dili çok hoşuma gitti. olaydan çok duygular, anlar üzerine yazılmış öyküler. biraz şiirsel dil. günümüz öykücülüğüne uzak sanki, sevmeyenler de olabilir ama dilini ve anlatımını öyle ustaca kurmuş ki bazen hangisini tercih ettiğinizin önemi kalmıyor. ama detayları müthiş gözlemlemiş ve betimlemiş, orası kesin. bazı öykülerdeki politik göndermeler bile çok kibar. bu vahşi çağda var mı böyle ince duygular dedirtiyor bazen. "ahlat altı" öyküsü ağlatıyor, benden söylemesi :) kitap hakkında notos'a yazdım: http://tembelveyazar.blogspot.com.tr/...
“Zaman. Törpüleyici. Biriktirici. Azdırıcı. Öfkeleri, tortuları, kiri pası, sabrı, korkuları, sevgiyi. Bir tünel. Karanlık. Vagonların tekdüze gürültüsü artmış. Uzun. Uzun ve siyah ve hızlı. Derken, aniden, bembeyaz doğaya çıkış. Buz tutmuş cama hohlayıp vadiye bakardı. Ortasından akan köpüklü suya. Hep buradan başlıyor geçmiş. Öncesi silik, parça bölük. Başkent, fakülte yılları. Çalkalanan ülke. Gelecek? Gelecek artık yok. Eylül geldi, Bana n’apıyosun, dedi. Sol elini yana açtı. İki el niyetine. İyiyim dercesine. Birkaç şey almak için markete gideceğim, bir şey ister misin. Ne isteyecek. Düşündü. Yok anlamında başını salladı. Telefon yanında, ararsın. Olur. Çıktı. Telefon. Yanında. Herkes her an bulunuyor. El altında tutuluyor. Ama yine de bu kayıp gitmeler. Bir yerde duramamalar. Sabitlenmişken bile. Sebil ziyan olmalar. Sol eline ders çalıştırdı. İlkokul birden başlattı. İyi öğrenci olmak. Bu sefer. Çorba kaşığını ağzına sağsalim götürmek. Kaşık yolu öğrendi diye şaka yapabilmek. Sözcükleri tekrarlayarak. Anlaşılması için. Ağzı da eğitti. Sessiz yinelemelerle. Sese Eylül bitiveriyordu çünkü. O yüzden. Sarp hiç anlaşmaya yanaşmadı. Eylül çeviriyordu söylediklerini: Kitap istiyor, hayatım. İfadesiz yüz. Hatta kınar gibi. Ne yapacakmış bu haliyle. Oyalanır, iyi olur. Böyle yatıştırıyordu Eylül onu. Suçluluk duygusu mu? Bilmiyor. Dış kapı kapandı. Kimse yokken tuvalete. Çok şükür onu da öğrendi. Sol elle tekerlek çevirmeyi. Koltuğu yönlendirmeyi. Vücudun çuval bölümünü tartmayı. İlk zamanlar çok utanmıştı. Sarp. Eylül. Serpil. Kendisi. Banyoda tadilat yaptırdılar. Eşiği düzleştirdiler. Tutamaklar. Koltuktan klozete kayma alıştırmaları. İşler düzene girdi. He, ya, işler düzene girdi. Pazarlar nerede kuruldu. Alışlar ve verişler nerede yapıldı. Cana kıyma düşünceleri yalanmış. İşler düzene girdi ey insanoğlu! Sen kim, cana kıymak kim. Daha ağu pazarının yerini bilmiyorsun. Dikenli çalılarla kaplı patika. Çırpın. Bir kıyı. Dalgalar. Beyaz köpük.”(s.37)
Kamil Erdem’in hayli sükse yapan ilk kitabı (Şu Yağmur Bir Yağsa) benim için bir hayalkırıklığı olmuştu. Geçen yaz kitapçıda rastladığım son yayımlanan bu kitabını bu nedenle biraz tereddüt ettikten sonra almıştım. İyi ki de almışım. Bu kitapta bir ikisi dışında çok güçlü, etkileyici öyküler var. Dili yine pek duru değil, ama bu sefer sanki daha kıvamlı, daha oturmuş hale gelmiş. Kitabın genel havası karanlık; hepsi hüzünlü, iç burkan öyküler. Ama büyük bir incelikle işlenmiş, acı sömürüsü yapılmamış. Siyasi yönü olan öyküler de var ama bunlar da öyle ustalıkla, göze batırılmadan yazılmış ki hangi düşüncede olursanız olun karakterler için hislenmemek zor. Öyküye, iyi edebiyata merak duyanların es geçmemesi gereken bir kitap kısaca.
Yazarın üslubu kesinlikle şiirsel. Öykülerdeki karakterlerin akıbeti anlatılan olaylardan ari hep olumlu hem bir iyi niyetli bu Kamil Erdem’ i ilk okuyan için sıkıcı ya da şaşırtıcı olabilir ama yazarın kalemi bu kabullenmek ve okumak daha faydalı olur bence.
Yazarın hayatımıza dahil oluşu, yaşı geçmişi ve dahası okunması gerekliliğini arttırıyor.
Okuyunuz, öykülerin illaki bi cümlesinde bi yerinde bi karakterinde siz olacaksınız.
Kamil Erdem'in okumayı epey geciktirdiğim kitabı. Kitapta 2 öykü var ki onları çok sevdim. Kapalı Hava ve Pazar. Okurken öylesine canlı bir anlatım oluşuyor ki kalabalık karakterlerden oluşan öyküdeki insanlardan birisi gibi hissettim. Bu nadiren hissettiğim bir duygudur. Hayli renkli, canlı, inandırıcı karakterlerle kurgulanmış öykü, yazarın hayatından bir anın kesip çıkarılarak tıpkıbasımı yapılmış gibi bir his veriyor. Hatta iddia ediyorum dizi/film karakterleri kadar içerikleri dolu. Kamil Erdem'in daha önce okuduğum öykü kitaplarında (Yok Yolcu ve Şu Yağmur bir Yağsa) böylesi bir kurgu olduğunu hatırlamıyorum. O eserlerinde olay örgüsünden çok dilin kendisi öykü olmuş gibiydi. Bu anlatımı ilk başta şaşırtıcı bulup garipsemiş olsam da sonradan çok sevdim. Bir patates soyma sürecinde anlatıcının aklından geçenleri aktardığı öykünün benim gibi pek çok okurun zihninde yer ettiğini bizzat biliyorum. Bir Kırık Segâh'ta ise bu tarzın dışında klasik anlamda öykü anlatımına, hem de başlı başına, eksiksiz, kısa kesilmemiş, bütünlüklü bir anlatıma rastlıyoruz. Bu da aslında yazarın ne kadar yetkin olduğunun bir ispatı.
Kamil Erdem'in son kitabını okumak için sabırsızlanıyorum ama bu kitap üzerine bir süre daha düşünmeliyim. Arsız tüketici bir okur değilim. Hem segâh makamında dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç ve de acelemiz hiç yok.
Kamil Erdem, farklı öykülerde, hep aynı sıkışmışlık hislerini yazmış. Aile ziyaretinde, bir saatin zembereğinde, cezaevinde, işyerinde, inme indiğinde vs. yaşanan ve bir duruma bağlı kalıp sıkışan hayatlar görmekteyiz bu kitapta. Yaş alan insanların ölümden duyduğu tedirginlikle, geçmişe duyulan özlemlerin yansıtıldığı kitapta bir kaç öykü gerçekten çok başarılı geldi bana. Şairane yazılan öyküleri seviyorum sanırım. Dört nala koşuyor bazen cümleler. Dil olarak fazlasıyla güzel betimlerle dolu olmasına rağmen içerik olarak farklı bir şey göremedim. Türk öykücüleri arasında kaliteli bir yerde olduğundan emin olduğum Kamil Erdem'in hayatın içinden sıradan öykülerdeki ruhsal çıkarımları yazması yerine, başka bir kurguda insanların psikolojilerinin anlatılması öykülerini tercih edebilirim şahsen. Son yıllara kadar hep aynı tarz hikayeler görmekten bunaldım zira. Bir kaçış öyküsü, boşvermişlik, sıkışan kalan insanlar harici dilini değil hayalgücünü yansıtan yazarları çok daha fazla benimsiyorum. Diğer kitabı bende okuma isteği uyandırmakla beraber, öykü tarzına alışık olmayanlara tavsiye edemem.
Kamil Erdem'in öykülerinde "kötü karakter" yok, kişiler arası çatışma yok. Kötülük bireylerden ziyade, hâllerin (düzenin) kendisinde. Anlatılan öyküler de işte bu hâllerin ve bu hâllerle boğuşan kişilerin "ne olduğu" sorusuna cevap veriyor, şiirsel bir üslupla yazılmış psikolojik tasvirlerden oluşuyor.
Şu anda kitap elimde. Hayatta olmak istemediğimiz ya da unutmak istediğimiz halleri ince ince yazan yazar. Bir iş kazasını gözünüzün önünde yazarken; "hafifçe öldü..." diyebiliyor. Kalbinize bir ağrı saplıyor. Kitap bitmedi, bitince youtube değerlendirme videolarında olacak.