“Hayat Romanlardan Daha Tuhaf” üçlemesi –Ardıç Ağacının Altında, Ayrılık Çeşmesi Sokağı– İşte Geldim Deniz Kenarı ile tamamlanıyor.
Londra’da bilgisayar mühendisliği akademisyenliği yapan Harun, on bir yıl önce ayrıldığı İstanbul’a beklenmedik bir nedenle dönmek zorunda kalır. Küçüklüğünden beri yalnızlığına eşlik eden Salacak sahiline gider ve Deniz Kenarı’na gizemli geçmişini anlatmaya başlar…
Ona yuvada olma hissini yaşatan yetişkinler anne ve babası değildir. Mahalle ortamının, türlü tesadüflerle yaşamın karşısına çıkardığı kimi iyi, kimi kudretli kişilerin ve en çok da kitapların sıcaklığıyla yetişir Harun. Yıllar sonra İstanbul’a dönüşüyle karşısına çıkan iki kişiyle yaşam burgusu bir kez daha mı dönecektir? Çünkü her acının sonunda bir kapı vardır…
"Bizans Sultanı'nı büyük bir zevkle okudum. Büyüleyici bir hikâye ve anlatımı şaşırtıcı bir zekâ ürünü…Müthiş bir yazar keşfettim." Alberto Manguel
Selçuk Altun (born 1950) is a Turkish writer, publisher and retired banking executive.
Born in Artvin, Turkey in 1950, he graduated from the Management Department of Boğaziçi University. He began work in the finance sector in 1974 and was chairman of Yapi Kredi Bank and executive board director of the YKY (Yapı Kredi Publications), where he amassed a personal library of 9,000 volumes and published works by Louise Glück and John Ashbery, before he retired in 2004 to pursue his full timewriting career.
“My goal was to write a book by the age of 50,” he says. “Before that, I knew I needed to read, so I read some 4,000 books before I sat down to write. That, more than anything, gave me the confidence I needed.” His first novel Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir (Loneliness Comes from the Road You Go Down) was published in 2001 and has been subsequently followed by four further novels, a book of essays and a regular monthly column titled Kitap İçin (For the Love of Books) in the Cumhuriyet.
“I regard myself as a ‘person who writes’ rather than a ‘writer,’”, “I do not make a living on what I receive from my books. I transfer all royalties from my books to a scholarship fund I've founded at the university I graduated from. It provides scholarships to successful university students who study literature.” “In any case, whenever I want to write, I feel the urge to read first.”
“I believe that in both Turkish and world literature, bibliophilic protagonists and narrators in particular do not appear as much as they should,” states the self confessed bibliophile, who maintains he reads far more than he writes, “Besides, these characters do not like showing up in trashy novels that sweep the book market. Yet I believe the elite group called ‘literary readers’ do embrace them.” “In my novels, the setting is as important as the central characters. For this reason, I go on special voyages. These voyages nurture me; each time, I set on the road wondering how that particular voyage will nurture me.”
In order to bring his books to an international audience, the author himself paid for the English translation of his fourth novel Songs My Mother Never Taught Me. This translation, by Ruth Christie and Selçuk Berilgen, was published by Telegram Books in 2008 and sold 3,000 copies in the UK, but while the English publisher opted to follow it with Many and Many a Year Ago in 2009 and various German, Swiss, Spanish and Portuguese houses have expressed an interested in buying rights, “the global economic crisis seems to have stopped the process,” and, “Three foreign publishing houses acquired the rights to publish Songs My Mother Never Taught Me, but that was it!”
“There are many reasons for the limited number of Turkish authors and poets translated into English,” Altun stated in an interview with The Guardian, “Sadly Nobel prize-winner Orhan Pamuk's success hasn't yet increased Anglo-American interest in Turkish authors and poets,” before going on to list works by Feyyaz Kayacan Fergar, Oktay Rifat, Yaşar Kemal, Sait Faik, Bilge Karasu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet as well as Pamuk among his top 10 Turkish books.
Selçuk Altun adını duyunca gözlerim ışıldar, kendisini hem zeki hem muzip bulurum, bu kitabı da beğendim… İşte Geldim Deniz Kenarı "Hayat Romanlardan Daha Tuhaf" üçlemesinin sonuncu kitabı... Londra'da yaşayan bilgisayar mühendisi, akademisyen Harun yıllar sonra İstanbul'a döner, çok sevdiği Salacak sahiline giderek Deniz Kenarı'na hayatını anlatır, kendi ile hesaplaşır. Annesiz büyüyen, babası ile sorunlu bir ilişkisi olan Harun'un kitaplarla, kültürle, sanatla, çok renkli insanlarla örülü, sürprizlerle dolu hikayesini keyifle okudum. Selçuk Altun'un zengin hayal gücünü, birikimli, kültürlü karakterlerini, hayata farklı açılardan bakmayı sağlayan kurgusunu seviyorum. Rengi, sürprizi bol, daldan dala atlayan kalabalık hikayelerinin içine ustalıkla kattığı bilgiler ufkumu açıyor. Sayesinde her kitapta yeni yazarlar, yeni fikirlerle tanışıyorum… Son not, kitabın kapağına ayrıca bayıldım, Selçuk Demirel yapmış:)
Romandan ziyade ansiklopedik bilgilenme, entelektüel hoş bir gezinti kitabı olarak okudum.
***
"Hayvanlar âlemiyle ilgili kitaplara yöneldim. İnsanların giremediği o mozaik evren bir bilimkurgu öyküsü kadar gizemliymiş. Sekiz milyon tür hayvan varmış ve bunun bir milyonunun kayda geçirilmiş olması bile inanılmazdı. İlgini çekebilir: Kuşlar işemez, karıncalar uyumaz ve su altında iki hafta yaşayabilir, yılanlar üç yıl uyuyabilir ve göz kapakları kapalıyken de görür, yalnızca dişi sivrisinekler ısırır, biri bal diğeri kendisi için arıların iki midesi vardır, tarantula iki yıl yemeden yaşayabilir, ebabil kuşları üç ay yere inmeden havada uyur, yalnızca iki saat yaşayan dağ sinekleri vardır, iki fare 18 ay boyunca üreyerek bir milyon üyelik bir aileye dönüşür, Cookiecutter köpekbalığı deniz yüzeyinden 3400, Dumbo ahtapotu 4000 metre aşağıda yaşarmış. 2017’de görülen bir Grönland köpek balığı 512 yaşındaymış, ..."
"Kanunun (müzik aleti) üçgeni andiran dörtgen formu çekiciydi. Üstündeki mandallar sayısız perde ve ses yansıtma dikdörtgenleriyle meraklını düelloya davet eder gibiydi. Çınar ağacından olan göğüs tahtası pırıl pırıl parlardı ve sedeften Osmanlı figürleriyle bezeliydi. Burgu tahtası ıhlamurdan ve burguları şimşir gibi sert bir ağaçtan olurdu. Üç bin yıllık bir Asur çalgısıymış; yirmi altı perdeli, yetmiş sekiz telli ve iki mızrapla çalınan zor bir aletti. Tellerinin mizrapla çekilip bırakılmasıyla sağlanan gizemli titreşimlerle insanın içi dalgalanırdı. Mandalların kurulmasıyla nice değişik tınılara ulaşılırdı ve bu özellik başka hangi enstrümanda vardı?"
"Soylu geçinen bir kitle Ingiltere'yi hâlâ dünyanın onursal hâkimi sanıyor ve bu özellik bir kalıtımsal olgu gibi devam ediyordu."
"1917 yılındaki Bolşevik ayaklanmasından sonra bir insani dram yaşandı. Yenilen muhalifler Rusya sınırlarındaki ülkelere kaçarken, büyük bir kısmı İstanbul ve banliyölerine geldi. İlk dalga zengin muhaliflerden oluşuyordu, çoğu Paris'e gitti. 1920’nin sonunda İstanbul'u, üçte ikisi asker 150 bin mülteci sarmıştı. Bolşevik Ordusu'na yenilen taraf Beyaz Ordu'ymuş, mültecilere "Beyaz Ruslar" dendi. Kentteki işgalci İngiliz ve Fransız güçler onlara yardım için kamu binalarını meskene çevirdiler, çadır kentler kurdular ve mültecileri silah zoruyla halkın evlerine yerleştirdiler. İşlek İstiklal Caddesi'nde Rusça en çok duyulan dil olmuştu. Bu felakete yardım için gelen ABD ekibinin misyonu ise gıda ve sağlık desteğiydi. Odessa'da bekleyen mülteci adaylarını kurtarmak için Avrupa ve ABD'den de gemiler geldi, o yaşlı gemilere kapasitelerinin iki katı insan binmişti. Çaresi olanlar ilk firsatta Amerika ve Avrupa'ya giderken İstanbul can pazarına döndü. Bunalım içinde yıllarca bekleyenler vardı. Çaresi tükenen nice aristokrat subay üniformalarıyla garsonluk, usta sanatçılar sığ müzikhollerde müzisyenlik yaptılar. Derken binlerce Beyaz Rus Istanbul'un sosyal yaşantısına karışıp Türk vatandaşı oldu."
"Mossad operasyon yapmak isterse sınır tanımaz ve bazı Batı ülkeleri bu durumu sanki görmezlikten gelir. İstihbarat arenasının yeni yıldızı Çin'in MSS'iyle simdilik iyi ilişkiler içindedir ve ABD bu gelişmeden hoşnut değildir. İnternetin tembelleştirdiği Z-kuşağı gençleri yüzünden örgütte kalite kaybı bir spekülasyondur, ancak bu sorun belki Çin dışında tüm örgütler için geçerlidir. Mossad mükemmeliyet aşkına birikimli, hırslı, zeki ve güvenilir kişileri almış, onları eğitip adeta beyinlerini yıkamıştır. Hedefe ulaşmak için her şeyi mubah kılmış acımasızlığını ne düşmanından ne de çalışanından esirgemiştir. ... Eğitimde sorulan gaddar sorular vardır: Yakalanmak üzeresin, teslim mi olursun, kendini mi öldürürsün? Bir misyon sırasında önüne yaralı bir İsrailli asker çıkıyor; durup yardım mı edersin, işine mi devam edersin Bu soruları hazırlayan psikiyatrlar strese dayanma ve stresten çıkma gibi konularda da uzmandırlar. Öldürme yetkisini en kolay veren iki istihbarat örgütünden biridir, diğeri Çin'in MSS'idir. Eğitimlerde Katsalara (örgüt gladyatörlerine verilen isim) risk almanın kutsallığı anlatılır, aslında bu işin en gizemli yanıdır. Örgüt ortamı insanı hipnotize eder, yaşam tarzı haline gelir."
Selçuk Altun benim eserlerini sevdiğim bir yazar. Kitaplarında varlıklı, asil bir çevrede gizem, edebiyat, uluslararası hikayeler anlatılır. Bu kitabı da Altun’un önceki kitapları gibi çok akıcı, çok katmanlı, sürprizli, hayat romanlardan daha garip sözüne hak verir derecede inandırıcı tesadüflerle doluydu, yine sevdim ben.
Salacak’ta varsıl bir adamın oğlu olarak dünyaya gözlerini açan, babası, halası, üvey anası tarafından büyütülen Harun’un yaşamını, kendisinden dinliyoruz. Eski İstanbul’un paşazade torunları, entellektüel çevreleri, zengin misafirleri ve ailesinin yakın dostlarının onun yetişme sürecinde etki bıraktığını anlıyoruz.
Sonrasında ise Harun’un ve tanışlarının hızına yetişmekte zorlanıyoruz. Beynelmilel bir serüvenin içinde tarihi kimi olayları farklı açılardan işitiyor; bazı bildik ve değişik kişiliklerle tanışıyor, yaşantılarından bazı kısımlara kulak veriyoruz. Yer yer bazı esrarengiz vakalara da şahit oluyoruz.
Bu yıl okuduğum ve yakın zamanlarda basılan, Ushia’ya uğrayan ikinci yerli roman; Dünya küçük ve fakat iki güzide yazarımızın farklı saiklerle de olsa merak uyandıran bu ırak coğrafyaya uzanması tatlı bir kesişme oldu bence. Ayrıca yazarın bu kitabıyla da (Bizans Sultanı ve Ayrılık Çeşmesi Sokağı’nı da okumuştum) okuyucusunu bilgi sağanağına tuttuğunu ifade etmeliyim.
Kitabı okurken İstanbul ve Londra güzide semtlerinde ve zihinlerinde yolculuk yaptım. Müslümanlık, Hristiyanlık, musevilik dinlerinin ortaklıklarını hatırladım. Dünya’nın birçok şehrini tahayyül ettim. Gitmediklerime zihnimde gittim. Benim gibi seyahat etmeyi seven biri için keyifli bir yolculuk idi. Selçuk Bey’in kalemine sağlık.
Üçlemenin önceki ikisini de okumuş olarak, Selçuk Altun'un hatrına bu kitaba da üç yıldız veriyorum. Serinin bir önceki kitabı için yazdıklarım bu kitap için de geçerli; Kitap İçin serisinin kurgu versiyonu bu kitap; yazılma amacı sadece yazarın bildiği ilginç, değerli bilgileri bir hikaye kurgusunda kağıda dökmek; kitabı bunu bilerek okumak lazım; yoksa ne karakterlerin bir ilginçliği, derinliği var ne de anlatılan onlarca bölük pörçük kısa olayın; nitelikli bir eleştirmen olarak söyleyeceklerim bunlar; onun hatrı için alıp okuyoruz bu kitapları işte; yine de Türk edebiyatında bu kadar derinlikli adam az, o bakımdan hakkını verelim.