What do you think?
Rate this book
290 pages, Hardcover
First published May 31, 2011
اندر غلطم که من توام یا تو منی.
در این کتاب، در مقایسه با کتاب دیگر ایگلمن یعنی «مغز: داستان شما» بیشتر با بخش پنهان کوه یخ سر و کار داریم. قلم نویسنده همچنان ساده و بهدور از اصطلاحات تخصصی است و به همین خاطر ممکن است برای افرادی که در حیطهٔ نوروساینس مطالعاتی داشتهاند کمی ابتدایی بهنظر برسد، اما برای خوانندهٔ عادی مفید و روشنگر است و خواندنش را پیشنهاد میکنم.
آرتور آلبرتس در سال ۱۹۴۹ به روستایی در غرب آفریقا سفر میکند و علاوه بر همسرش، یک ضبط صوت را نیز همراه با خود میبرد تا بتواند گوشهای جهان غرب را با موسیقی آفریقا آشنا کند، اما هنگام استفاده از این ضبط صوت با مشکلاتی مواجه میشود. یکی از بومیان وقتی صدای ضبطشدهٔ خود را میشنود آرتور را متهم میکند که زبان او را دزدیده است. خوشبختانه آرتور با کمک یک آینه به او نشان میدهد که زبانش همچنان س�� جای خودش است و ماجرا ختم به خیر میشود، اما این سؤال مطرح میشود که چرا بومیان چنین تصوری داشتند؟ احتمالاً به این خاطر که نمیتوانستند صدای خودشان را مشاهده یا لمس کنند. صدا از نظر آنها چیزی غیر قابل وصف و گذرا بوده است، مثل کیسهای پُر از پَر که در باد رها میشود و دیگر نمیتوان آنها را برگرداند. پس مواجهه با صورت فیزیکی صدا و برگشتن آن از طریق ضبط صوت برای آنها شگفتآور و جادویی بوده است.
افکار ما نیز وضعیتی مشابه دارند؛ آنها را نمیبینیم اما [حداقل تا اینجا] میدانیم بهوسیلهٔ یک عضو فیزیکی تولید میشوند و حالت این عضو فیزیکی است که افکار ما را تعیین میکند. آسیب به این عضو میتواند روی درک ما از مفاهیم مختلف، شنیدن موسیقی، مشاهده رنگها، قدرت تصمیمگیری و بسیاری موارد دیگر اثرگذار باشد. به عبارتی تغییر مغز باعث تغییر ما میشود. اما آیا تمام ماجرا همین است؟
فکر میکنید بتوانید «دیدن» را تعریف کنید؟ تا به حال در مورد آن فکر کردهاید؟ به نظر شما چشمان ما باکیفیتترین تصویر ممکن از جهان را در اختیار مغزمان قرار میدهند؟ اصلاً چطور ممکن است مغزی که در جمجمهای تاریک محصور شده و نور به آن نمیرسد بتواند روشنایی را ببیند؟ آیا دروازهبانهای فوتبال، توپهایی را که با سرعت چند ده کیلومتر بر ساعت به سمتشان میآید میبینند؟ آیا کسی میتواند با کمر خود ببیند؟ با زبان چطور؟
فصل دوم به حواس ما میپردازد.
آیا به تمام چیزهایی که یاد میگیریم آگاه هستیم؟ در واقع آیا ممکن است چیزی را بلد باشیم اما ندانیم چطور بلدیم؟ ممکن است هنوز نژادپرست یا هموفوب باشیم اما ندانیم؟ دلیل عاشق شدنمان را میدانیم؟ در مغز سرنا ویلیامز و گری کاسپاروف چه میگذرد؟
فصل سوم دربارهٔ «یادگیری ناخودآگاهانه» صحبت میکند.
چرا آن دختر/پسر در نظرمان زیباست؟ آیا جهان همین چیزی است که ما تجربه میکنیم؟ راجعبه چه چیزهایی میتوانیم فکر کنیم؟ در دنیای بقیه ساعت چند است؟ روی مغز نوزاد چه نرمافزارهایی نصب است؟ غریزهها با ما چه میکنند؟ چرا جذابها جذابند؟ بویایی و همسریابی چه ربطی به هم دارند؟
فصل چهارم نشان میدهد درک و کنترل ما بسیار کمتر از آن است که تصور میکنیم.
الکل پردههای ذهنی را کنار میزند و آدمها در مستی خودِ واقعیشان را به نمایش میگذارند. این جمله چقدر درست است؟ هزار مغز کوچک بهتر است یا یک مغز بزرگ؟ کارخانه بهتر است یا مجلس؟ مسئله ترولی از منظر نوروساینس چطور توضیح داده میشود؟ نبرد بخشهای مختلف مغز چطور روی تصمیمگیریهای ما اثر میگذارند؟ نظر دنیل کانمن دربارهٔ «مهریه را کی داده کی گرفته، بزن دو هزار تا» چیست؟ اگر مغزمان را نصف کنند چه میشود؟ صدایی که میگفت «إقرأ» از کجا بود؟ آیا تمام آسیبهای مغزی نمود بیرونی پیدا میکنند؟ مغز چطور هماهنگی اجزای خود را حفظ میکند؟ فایدهٔ خودآگاه چیست؟ چرا آدمها رازهای خودشان را برای غریبهها تعریف میکنند؟
فصل پنجم از کارکرد بخشهای مختلف مغز در کنار هم میگوید.
مسئولیت اعمال انسانها با کیست؟ آیا قاتلها میتوانند از اسپرم و تخمک والدین خود بهعنوان شریک جرم یاد کنند؟ بالاخره ارادهٔ آزاد یا بیولوژی؟ آیا پیشرفت در نوروساینس میتواند به بهبود سیستم قضایی کمک کند؟ محاکمهٔ یکسانِ انسانهایی که با شرایط یکسان متولد نمیشوند چقدر درست است؟
فصل ششم دربارهٔ چالشهای حقوقی «ارادهٔ آزاد» بحث میکند.
این زندگی ارزش زیستن دارد؟ چه کردهایم و چه میتوانیم بکنیم؟ چقدر میتوانیم خودمان را بشناسیم؟ چقدر میتوانیم خودمان را تغییر دهیم؟ منِ من همان مغز من است؟ وجود روح چقدر قابل توجیه است؟ ارتباط رنگ پاسپورت و اسکیزوفرنی چیست؟ و در نهایت، ما واقعاً چه هستیم؟
فصل آخر دربارهٔ... دربارهٔ چه کسی صحبت میکند؟
SIRRI AÇIĞA VURMAK / “...Sırrı açığa vurmamanın ana nedeni, bunun olası uzun dönemli sonuçlarına ilişkin duyulan endişedir. Bir dostunuz sizin hakkınızda kötü düşünebilir, sevgiliniz kırılabilir, toplumdan dışlanabilirsiniz. İnsanların sırlarını daha çok yabancılara açması, yaşanacak sonuca dair duydukları endişenin kanıtıdır. Nöral çatışma, böylece herhangi bir bedel ödenmeksizin atlatılmış olur. Uçakta karşılaştığınız yabancıların durup dururken kendilerini size yakın hissedip evlilik sorunlarını bütün ayrıntılarıyla anlatmalarının, günah çıkarma kabinlerinin dünyanın en büyük dinlerinden birinde yerini hâlâ koruyor olmasının nedeni de budur. Bu olgu, benzer şekilde dua etmenin cazibesini de açıklayabilir; özellikle de tanrıların son derece kişisel olduğu ve kullarını sonsuz bir sevgiyle, pür dikkat dinlediği dinlerde. Sırları yabancılara ifşa erme, kökleri çok eskilere uzanan bir ihtiyaçtır. Siz de mutlaka fark etmişsinizdir ki, bir sırrı açık etmenin nedeni, genellikle yalnızca açık etmiş olmaktır; yoksa, tavsiye istemek değil. Dinleyici, olur da sırla birlikte ortaya dökülen soruna bariz bir çözüm görüp bunu önerme gafletinde bulunursa da, anlatanı öfkelendirmekle kalır yalnızca. Çünkü, anlatıcının aslında tek derdi sırrını anlatmaktır. Sırrı anlatmak, başlı başına çözümün ta kendisidir çoğu zaman. Henüz yanıtlanmamış bir soru ise, dinleyicinin neden ille de insan -ya da tanrı örneğini düşünecek olursak, insansı- olması gerektiğidir. Bir duvara, kertenkeleye ya da keçiye sırrını anlatmak, ne de olsa çok daha az tatmin edicidir…”
AMİGDALA HASARI / “..Charles Whitman, 1966 Ağustosunun sıcak ve nemli ilk gününde, kendisini Austin’deki Teksas Üniversitesi kulesinin en üst katına götürecek olan asansöre bindi. Yirmi beş yaşındaki genç, daha sonra bir bavul dolusu silah ve cephaneyi de peşinden sürükleyerek üç kat merdiven çıktı ve gözlem alanına ulaştı. Burada önce silahın dipçiğiyle danışma görevlisini öldürdü, ardından merdiven aralığından çıkmakta olan iki turist ailesine ateş açtı, en sonunda da aşağıdaki insanlara gelişigüzel ateş etmeye başladı. Whitman, bir gece öncesinde daktilonun başına geçmiş ve bir intihar notu yazmıştı: Kendimi şu günlerde tam olarak anlayamıyorum. Aklı başında ve zeki bir genç olarak tanınmaktayım. Ama son zamanlarda (ne zaman başladığımı hatırlayam��yorum) birçok sıra dışı ve mantıksız düşüncenin kurbanı olmuş durumdayım. Saldırının haberi yayılırken Austin'deki bütün polis memurları da yerleşkeye yönlendirildi. Birkaç saat sonra üç memur ve hızla görevlendirilen bir vatandaş merdivenleri çıkmayı ve Whitman'i gözlem alanında öldürmeyi başardı. Whitman hariç on üç kişi öldürülmüş, otuz üç kişi de yaralanmıştı….Whitman'in cesedi morga götürüldü, kafatası kemik testeresiyle açıldı ve beyin çıkarıldı. Otopsi incelemesini yapan doktor, beyinde bozuk para büyüklüğünde bir tümör buldu. Gliyoblastom adı verilen bu tümör, talamus denilen yapının alt kısmından çıkıp hipotalamusa uzanıyor ve amigdala olarak bilinen üçüncü bir yapıyı sıkıştırıyordu. Amigdala, özellikle de korku ve saldırganlık merkezinde olmak üzere, duygu mekanizmasının düzenlenmesinden sorumludur. 1800’lerin sonlarına gelindiğinde, araştırmacılar amigdalanın hasar görmesiyle duygusal ve toplumsal rahatsızlıklar yaşandığını keşfetmişlerdi. 1930’lu yıllarda ise Heinrich Klüver ve Paul Bucy adlı biyologlar, amigdalası zarar gören maymunlarda korkusuzluk, duygusal körelme ve aşırı tepki gibi bir dizi belirti ortaya çıktığını gösterdiler. Amigdalası hasarlı dişi maymunların annelik davranışları bile bozuluyor, bu maymunlar sıklıkla yavrularını ihmal ediyor ya da onlara fiziksel tacizde bulunuyorlardı. Sağlıklı insanlarda ise amigdalanın etkinliği, özellikle ürkütücü yüzler gördüklerinde, korkulu anlar ya da toplumsal fobiler yaşadıklarında artar. Sonuçta Whitman’ın kendisiyle ilgili sezgileri -beynindeki bir şeylerin davranışlarını değiştirdiği- gerçekten de son derece isabetliydi. ‘Çok sevdiğim bu iki insanı da vahşice öldürmüş gibi göründüğümü tahmin ediyorum. Ama ben işi hızlı ve tam biçimde yapmaya çalıştım yalnızca. ... Eğer yaşam sigortası poliçem hâlâ geçerliyse lütfen borçlarımı ödeyin ... geri kalanını da ismimi vermeden bir akıl sağlığı kuruluşuna bağışlayın.’ Bu tür trajediler, belki de araştırmalar sonucunda önlenebilir. Whitman’daki değişimi fark eden başkaları da vardı. Yakın arkadaşı Elaine Fuess “Tümüyle normal göründüğünde bile, içindeki bir şeyleri denetlemeye çalıştığı izlenimini veriyordu” diye anlatmıştı. O “bir şeyler” tahminen Whitman’ın içindeki öfkeli, saldırgan zombi programlar topluluğuydu. Daha sakin ve akılcı olan taraflar, tepkisel, şiddete eğilimli taraflarla mücadeleyi sürdürse de tümörle gelen hasar dengeyi öyle bozmuştu ki, savaş artık adil olmaktan çıkmıştı…”
“...BEYNİ DEĞİŞTİR, SAHİBİ DE DEĞİŞSİN: YOKTAN VAR OLAN PEDOFİLLER, ARAKÇILAR VE KUMARBAZLAR / Whitman vakası münferit değildir. Nörobilimle hukukun arayüzü, beyin hasarının da devrede olduğu ve sayıları giderek artan vakalarla doludur. Beyni incelememize yardımcı olan daha iyi teknolojiler geliştikçe, daha fazla sayıda sorunun farkına varmaktayız. Burada Alex adını vereceğim kırk yaşındaki bir adamın hikâyesini ele alalım. Alex’in eşi Julia, onun cinsel tercihlerinde bir değişimin varlığını fark etmişti. Onu tanıdığı yirmi yıl boyunca ilk kez çocuk pornografisine ilgi duymaya başlamıştı. Üstelik öyle böyle bir ilgi de değildi bu. Bütün zamanını çocuk pornografisi sitelerine girip dergi toplayarak geçirmeye başlamış, bir masaj salonundaki genç bir kadından ilişki talebinde bulunacak kadar da ileriye götürmüştü işleri. Bu, daha önce kesinlikle yapmadığı bir şeydi. Evlendiği adamı artık tanıyamaz hale gelen Julia, ondaki bu davranış değişikliği karşısında korkmaya başlamıştı. Tüm bunlarla eşzamanlı olarak, artan baş ağrılarından şikâyet ediyordu Alex. Julia bunun üzerine onu bir aile hekimine götürdü, o da Alex’i bir nöroloğa yönlendirdi. Uygulanan beyin taramasında, beynin “orbitofrontal korteks” adı verilen bölgesinde büyük bir tümörün varlığı saptandı. Beyin cerrahları tümörü alındıktan sonra, Alex’in cinsel davranışları da normale döndü. Alex’in öyküsü, derin ve merkezi bir noktaya ışık tutmaktadır: Biyolojiniz değişince kararlarınız, istekleriniz ve tutkularınız da değişebilir. Doğal farz ettiğiniz güdüler (“Ben bir hetero/homoseksüelim,” “Çocuklar/yetişkinler beni çeker,” “Saldırgan/uysal bir yapım var,” vs.), aslında nöral mekanizmanın incelikli ayrıntılarıyla belirlenir. Bu tür güdüler merkezinde davranmanın genelde bir özgür seçim meselesi olduğu düşünülse de, kanıtlarla ilgili en üstünkörü inceleme bile bu varsayımın sınırlarını gözler önüne serer. Birazdan bununla ilgili başka örnekler de göreceğiz. Alex’in öyküsünden çıkarılacak dersin, daha sonraki beklenmedik gelişmelerle güçlendiğini görürüz. Geçirdiği beyin ameliyatından altı ay kadar sonra pedofilik davranışların yeniden kendini göstermeye başlaması üzerine, eşi onu yine doktora götürdü. Nöroradyolog, tümörün bir kısmının ameliyatta atlanmış olduğunu ve yeniden büyümeye başladığını keşfetti. Alex yeniden bıçak altına yattı. Kalan tümör parçasının da alınmasından sonra davranışları bir kez daha normale döndü. Alex’te aniden ortaya çıkan pedofili, gizli güdü ve arzuların kimi zaman toplumsallığın nöral çarkları arasında fark edilmeksizin gizlenmiş biçimde kalabileceğini gösterir. Alın lobu (frontal lob) hasar gördüğünde, insanlar dizginlerinden kurtulup beyinsel demokrasi içinde yer alan daha olumsuz unsurların varlığını gözler önüne sererler. Bu durumda Alex’in “özünde” bir pedofil ve yalnızca güdülerine direnmek için toplumsallaşmış olduğunu söylemek doğru olur mu? Belki de. Ama yine de etiketleri yapıştırmadan önce, kendi alın korteksiniz altında gizlenmiş bekliyor olabilecek yabancı alt programları bir gün keşfetmek isteyip istemeyeceğinizi düşünün…”
PARKİNSON İLACI ve KUMAR İLİŞKİSİ / “...2001 yılında Parkinson hastalarının aileleri ve bakıcıları, bir tuhaflık olduğunun farkına varmaya başladılar. Pramipeksol adlı ilacın verildiği hastalardan bir kısmı kumarbaza dönüşüyordu ; üstelik öylesine kumar oynayanlara değil, hastalıklı kumarbazlara. Daha önce kumara herhangi bir eğilim göstermemiş olan bu hastalar, artık düzenli biçimde Vegas’a uçar olmuşlardı. Altmış sekiz yaşındaki bir adam, ziyaret ettiği bir dizi kumarhanede altı ay içinde toplam 200 bin dolar tutarında para kaybetmişti. İnternet pokerine takılıp kalan kimi hastalar ise ödeyemeyecekleri kredi kartı borçlarının altında ezilmişti. Hastaların çoğu, bu kayıpları ailelerinden gizlemek için ellerinden geleni yapıyordu. Bu yeni bağımlılık, bazıları için kumarın da ötesine geçerek “zorlanımlı” (kompulsif) yeme alışkanlıklarına, alkol tüketimine ve aşırı cinselliğe kadar varmıştı…”
SSRI İLAÇ GRUBU / “...Düzinelerce başka sinirsel ileticinin (örneğin; serotonin) mutlak düzeyleri kendinizi nasıl biri olarak gördüğünüz konusunda kritik önem taşır. Eğer klinik depresyondan mustaripseniz, size reçete edilen ilaç, büyük olasılıkla seçici serotonin geri-alım baskılayıcısı (selective serotonin reuptake inhibitor - SSRI) olarak bilinen ilaç grubunun bir üyesi olacaktır: fluoksetin, sertralin, paroksetin ya da sitalopram. Bu ilaçların etkilerini nasıl gösterdiğine dair bilmeniz gereken her şey “geri-alım baskılayıcısı” sözcüklerinde gizlidir: Normalde, “taşıyıcı” (transporter) olarak adlandırılan kanallar, nöronlar arası boşlukta bulunan fazla serotonini geri toplar; bu kanalların baskılanması, beyindeki serotonin düzeyinin artmasına neden olur. Artmış serotonin konsantrasyonu ise biliş (cognition) ve duygular üzerinde doğrudan etki gösterir. Bu ilaçları alanlar, öncesinde yatağın kenarına oturmuş ağlarken, şimdi ayağa kalkmış, duşunu almış, işini geri kazanmış ve yaşamındaki insanlarla yeniden sağlıklı ilişkiler kurmuş olarak bulabilirler kendilerini. Ve bunların hepsi de sinirsel iletici sistemleri üzerinde yapılan belli belirsiz bir ince ayar sayesindedir…”
ŞAKAK LOBU SARASI ve JEAN D’ARC / “...Sara nöbeti eğer şakak lobundaki (temporal lob) belirli bir noktada odaklanıyorsa, kişi motor nöbetler geçirmeyecek, daha üstü kapalı bir deneyim yaşayacaktır. Bir tür bilişsel nöbet olarak tanımlanabilecek bu etki, kişilik değişimleri, aşırı dinsellik (din saplantısı ve din konusunda kendinden aşırı emin olma), hipergrafi (genellikle de din olmak üzere belirli bir konuda aşırı derecede yazma isteği duyma), çevrede bir dışsal varlık olduğu yanılgısı ve sıklıkla da, tanrıya atfedilen sesler duyma gibi durumlarla kendini gösterir. Tarihte ortaya çıkmış peygamberler, kahramanlar ve liderlerin bir bölümünün şakak lobu odaklı sara hastaları olduğu düşünülmektedir." Baş melek Mikail’in İskenderiyeli Azize Katerina’nın, Azize Margaret'in ve Cebrail’in seslerini duyduğu konusunda hem kendisini hem de Fransız askerlerini ikna ederek on altı yaşındayken Yüz Yıl Savaşları’nın gidişatını değiştirmeyi başaran Jean D’Arc’ı düşünün. Kendisi, bu deneyimini şöyle anlatmıştı: “On üç yaşımdayken, Tanrı’nın, kendimi yönlendirmemde bana yardımcı olan sesini duydum. İlk seferinde çok korkmuştum. Ses bana öğle vakti duyurmuştu kendini. Mevsimlerden yazdı ve o sırada babamın bahçesindeydim.” Şöyle devam ediyordu: “Tanrı bana gitmemi emrettiğine göre gitmeliydim. Ve bu emri bana veren Tanrı olduğu için, yüz babaya ve yüz anneye sahip olsaydım ya da bir kralın kızı olsaydım bile giderdim yine de.” Geriye dönük kesin tanı koymak bu durumda olanaksız olsa da Jean D’Arc’ın sunduğu veriler, artan dindarlığı, süregiden sesler, şakak lobu sarası ile kesinlikle uyumludur. Beyin doğru noktada uyarıldığında, insan sesler duyar. Doktor, sara etkilerine karşı koyacak ilaçlar yazdığındaysa nöbetler ortadan kalkar, sesler kaybolur. Sonuçta gerçekliğimiz, biyolojimizin ne işler karıştırdığına bağlıdır…”
HUNTINGTON HASTALIĞI / “...Biyolojiye olan bağımlılığımıza son örnek olarak, tek bir gendeki küçük bir mutasyonun da davranışı belirleyip değiştirebileceğini söyleyelim. Alın korteksinde (frontal korteks) ilerleyerek gelişen bazı hasarların kişilik değişimlerine yol açtığı Huntington hastalığında saldırganlık, sekse aşırı düşkünlük (hiperseksüalite), dürtüsel ve toplumsal kuralları hiçe sayan davranışlar vb. belirtiler, fark edilmesi daha kolay spastik kol bacak hareketlerinden yıllar önce ortaya çıkar. Burada konumuz açısından asıl önemli nokta, Huntington hastalığının tek bir gende gerçekleşen bir mutasyonla ortaya çıktığıdır. Robert Sapolsky’nin özetlediği gibi “On binlerce gen arasından tek bir tanesindeki bir değişiklik, ömrün ortalarında bir yerde dramatik bir kişilik değişimiyle sonuçlanacaktır’.' Bu tür örnekler karşısında kimliğimizin özünün, biyolojimizin ayrıntılarına bağımlı olduğu dışında bir sonuca varabilir miyiz? Bir Huntington hastasına, özgür iradesini kullanıp böyle tuhaf davranmaktan vazgeçmesini söyleyebilir miyiz?...”
BEYNİMİZ TA KENDİMİZ / “...Maddeciliğin yanlış olduğunu söylemediğim gibi, yanlış olduğunu umduğumu bile söylemiyorum. Ne de olsa maddeci bir evren bile aklımızı başımızdan alacak kadar muhteşem ve ilginç olacaktır. Bir an için, moleküllerin bir araya gelip doğal seçilimin kurallarınca çoğalmalarından oluşan milyarlarca yıllık bir sürecin birer ürününden ibaret olduğumuzu düşünün: Dans edip duran milyarlarca hücrenin içinde sıvı ve kimyasalların aktığı yığınla yoldan oluşmuşuz yalnızca. İçimiz, paralel seyreden trilyonlarca sinaptik konuşmanın vızıltısından geçilmiyor; mikron ölçeğindeki devrelerden oluşmuş bu geniş yumurtamsı doku, modern bilimin hayal bile edemeyeceği algoritmalar kullanıyor ve bu nöral programlar da bizim kararlarımızın, aşklarımızın, tutkularımızın, korkularımızın ve isteklerimizin doğmasına yol açıyor. Bu, bana göre inanılmaz bir deneyim olurdu; kutsal kitaplarda savunulan her şeyden daha muhteşem bir deneyim. Bilimin şimdiki sınırları dışında yer alan ne varsa, hepsi de gelecek nesiller için açık birer soru konumundadır; isterse katı kurallı bir maddecilik olsun. Bu bile yeter de artar.
Evren, onu şimdiye kadar düşlemiş olduğumuzdan nasıl daha büyükse, bizler de iç gözlem yoluyla hissettiğimizden daha büyük birer varlığız. Şu sıralarda iç uzayın enginliğine ilk bakışlarımızı atmaktayız. Bu içsel, gizli ve yakın evrenin kendi hedeflerini, kendi gerekliliklerini ve kendi mantığını dayattığını görüyoruz. Beyin, kendimize yabancı hissettiğimiz, tuhaf bir organ olsa da, ayrıntılı devre örüntüleri içsel yaşantımızın manzarasına biçim verebiliyor. Ne inanılmaz, ne şaşırtıcı bir şaheserdir beyin. Ve bizler de ne şanslıyız ki, dikkatimizi ona yoğunlaştırmamıza olanak sağlayan teknoloji ve iradeye sahip bir neslin üyeleriyiz. Evrende keşfetmiş olduğumuz en harikulade şey bu: Beynimiz, yani ta kendimiz…”
In the largely inaccessible workings of the brain, something knew that a woman’s dilated eyes correlates with sexual excitement and readiness. Their brains knew this, but the men in the study didn’t – at least not explicitly. The men may also not have known that their notions of beauty and feelings of attraction are deeply hardwired, steered in the right direction by programs carved by millions of years of natural selection. When the men were choosing the most attractive women, they didn’t know that the choice was not theirs, really, but instead the choice of successful programs that had been burned deep into the brain’s circuitry over the course of hundreds of thousands of generations.
In 1862, the Scottish mathematician James Clerk Maxwell developed a set of fundamental equations that unified electricity and magnetism. On his deathbed, he coughed up a strange sort of confession, declaring that „something within him“ discovered the famous equations, not he. He admitted he had no idea how ideas actually came to him – they simply came to him. William Blake related a similar experience, reporting of his long narrative poem Milton: „I have written this poem from immediate dictation twelve or sometimes twenty lines at a time without premeditation and even against my will.“ Johann Wolfgang von Goethe claimed to have written his novella The Sorrows of Young Werther with practically no conscious input, as though he were holding a pen that moved on its own.
Even in the face of all the machinery that constitutes you, is there some small internal voice that is independent of the biology, that directs decisions, that incessantly whispers the right thing to do? Isn’t this what we call free will?
So our new rehabilitative strategy is to give the frontal lobes practice in squelching the short-term circuits. My colleagues Stephen LaConte and Pearl Chiu have begun leveraging real-time feedback in brain imaging to allow this to happen. Imagine that you’d like to get better at resisting chocolate cake. In this experiment, you look at pictures of chocolate cake during brain scanning – and the experimenters determine the regions of your brain involved in the craving. Then the activity in those networks is represented by a vertical bar on a computer screen. Your job is to make the bar go down. The bar acts as a thermometer for your craving: If your craving networks are revving high, the bar is high; if you’re suppressing your craving, the bar is low. You stare at the bar and try to make it go down. Perhaps you have insight into what you’re doing to resist the cake; perhaps it is inaccessible. In any case, you try out different mental avenues until the bar begins to slowly sink. When it goes down, it means you’ve successfully recruited frontal circuitry to squelch the activity in the networks involved in impulsive craving. The long term has won over the short. Still looking at pictures of chocolate cake, you practice making the bar go down over and over until you’ve strengthened those frontal circuits.
A meaningful theory of human biology cannot be reduced to chemistry and physics, but instead must be understood in its own vocabulary of evolution, competition, reward, desire, reputation, avarice, friendship, trust, hunger, and so on.